Quantcast
Channel: Gezgin Kız - Traveler Lady
Viewing all 111 articles
Browse latest View live

Her Şey Güzel Olacak...

$
0
0


Yeni bir yıla girdik, hepimiz 23:59:50'den itibaren 10'dan geriye doğru saydık ve sıfıııır diye bağırıp en yakınımızdakine sarılıp sanki o bir saniyede hayatımız değişmişçesine mutlu olduk. Aslında ne garip di mi, her şey aynı olmasına rağmen kısa bir anlığına bile olsa safça mutlu ve umutlu olmak...
Keşke o kısa anı uzatabilsek, tüm yıla yayabilsek, her yeni günde yaşayacağımız her anın güzelliklerle dolu olduğu masalına inandırabilsek kendimizi. Masallar hep mutlu sonla biter, herkes sonsuza dek mutlu yaşar ya, biz de sonsuza dek mutlu ve umutlu yaşasak...

Umut... Şu sıralar umutlu olmayı mutlu olmaktan daha ister oldum nedense. Size farkı yokmuş gibi gelebilir ama bence geleceğe dair umudu olan insan mutlu olabilir. Biri birini doğurur, sıralanmış domino taşlarında umut en başta durur. "Her şey güzel olacak" gibi çok basit ama bir o kadar da içi dolu cümlenin temelidir umut. Yarının, yarınların bugünden daha iyi olacağına inanmak, yaşadığın kötü günlerin geçeceğini bilmek ve isyan etmemek, hepsinin hamuru umutla yoğrulmuştur bana göre.

Belki de bu yüzdendir ben bu yıl 'sıfıııııır' diye sevinç içinde sevdiklerime sarılırken 2016'da daha umutlu olabilmeyi diledim. Her gün yataktan kalktığımda içimde umut olsun istedim. Geçireceğim günün, haftanın, ayların ve bütün bir yılın umut ettiklerimi getirmesini umarak girdim yeni seneye.

Çünkü ben umutlu bir kızdım aslında, ne kadar daralsam bunalsam bile, bataklıklarda dibe çekilsem bile hep güzel günlerin elbet geleceğinden emin bir halde yaşadım hayatımı. Güzel günler en nihayetinde hep geldi. Her dibe vuruşumda bir çıkış yaşadım, ne kadar ağladıysam o kadar güldüm, ne kadar kaybettiysem misliyle kazandım. Evet şu an pek çoklarından daha az başarılı, daha az diplomalı, daha az etiketli, daha az paralı olabilirim, farkındayım. Ama hayatın şu yaşıma kadar bana açtığı krediyi en optimum şekilde ancak böyle kullanabildim. 28 senenin 21'inde hayat bana kaşıkla bile vermedi çoğu zaman, ama ben bana verdiği damlaları döküp saçmamaya çalıştım, biriktirdim, şu anki ben'i inşa ettim. Olduğu kadar işte... 

Ama geçtiğimiz yılın son zamanlarında üzülürken, kafa karışıklığı yaşarken 'geleceğe karşı umudumu yitirdim' diye içim parçalandı hep. 'İstemiyorum' dedim, 'bir gün daha yaşamak istemiyorum, her şey çok gereksiz ve çok karanlık.'İnsan umudunu kaybettiğinde bence ruh ölümü gerçekleşiyor. Beden yaşıyor ama ruhen hissiz ve bomboş hale geliyor. Ben de bir dönem ruhumun öldüğünü hissettim, zamanında çok daha kötü günler yaşarken yaşattığım ruhumun artık kırılıp parçalandığını, un ufak olup savrulup gittiğini sandım. 

Sonra, yeni yılda, o bir saniyede 'bu böyle gitmez' dedim. 'Yeni yılda her şey güzel olacak, olmalı, daha önce hep oldu, şimdi neden olmasın' diye ikna ettim kendimi. Ruhumu mezarından kaldırdım başka bir deyişle, üzerindeki toprağı silkeliyorum şimdi de. 

Umut etmek istiyorum, her şeyin 2016'da daha güzel olacağına inanmak istiyorum; sadece ve sadece mutlu olabilmek için...

İspanya Günlükleri - Toledo

$
0
0
"Yine mi, yetti be, of artık sus" dediğinizi duyar gibiyim, evet yine ben yine İspanya :) Bu konuda yapacağım hiçbir şey yok zira sizi yıllarca buna yeterince hazırladım diye düşünüyorum. Blogumu açtığım günden beri bir gün İspanya'ya gideceğimi biliyordunuz, ee basit konularda bile saatlerce konuşma kapasitesine sahip bir insan olan benim İspanya'yı gidip görüp tek bir yazıda geçiştireceğimi düşünmeniz sizin hatanız olurdu. 

Farkındayım her yazıda giriş bölümünü hep aynı şeylerle dolduruyorum. Bıkmayıp devam edene ödül olmuş oluyor fotoğraf ve yazılar ben napiim :) Eh hadi Toledo'yu da gezip görerek serimizin sonuna doğru bir adım daha yaklaşalım ne dersiniz? (Dikkat ederseniz sonu geldi demedim henüz :D)

Toledo Madrid'e yarım saat mesafede minik bir İspanya şehri. Aslına bakarsanız o kadar küçük ki sanırım bizdeki Yozgat falan Toledo ile eşlenik olabilir. Ama gotik mimarisi, Osmanlı'nın yaptığı köprüsü, şehri ikiye bölen nehri ve meşhuuur mazapanı (bence çok gereksiz bir tatlıydı) oralara gitmişken mutlaka görülmesi gereken bir şehir.

Toledo'ya her yarım saatte bir Madrid Atoche istasyonundan tren kalkıyor, tren biletlerini bu kez erken almanıza gerek yok zira dediğim gibi her yarım saatte bir tren olduğundan yer bulamama gibi bir durum söz konusu değil. Biletleri istasyondaki makinelerden alabilirsiniz, kişi başı 12,90 € vererek... Ama bizim gibi aptallık yaparsanız iki katı para da vermeniz mümkün.

Hani geçen yazımda demiştim ya Atoche istasyonuyla ilgili sevimsiz bir anımız var diye, işte anlatmanın zamanı geldi. Şimdi efendim biz Barcelona'dan Madrid'e geldiğimiz gün 'hazır yarım günümüz var, Toledo'da küçük yer, bavulları otele bırakıp gelelim ve sonra da ilk trenle Toledo'ya gidelim' dedik. Otele gittik sonra geri döndük ve 13:20 trenine biletimizi aldık ki tam o anda saatlerimiz 12:20'yi gösteriyordu. 'Aaaa nasılsa bir saatimiz var, hadi yakınlardaki yerleri gezelim' diye çıktık ve istasyona yakın olan Retiro Park'a doğru yürüdük. Yavaş yavaş rahat rahat böyle. Neyse dönüşe geçtiğimizde saat 13:00'dı ve 'amaaan nasılsa 20 dkmız var' gevşekliğinde yine yavaş yavaş yürüyüp güneşin tadını çıkarmaya devam ettik. İstasyona girdiğimizde 13:15'ti daha 'nasılsa 5 dk vardı canım yetişirdik.' Farkındaysanız her cümlede bir 'nasılsa' bir varsayım bir vurdumduymazlık bir kendini bilmezlik mevcut ve sonuç olarak biz Nah yetiştik!!! İstasyonun içi o kadar karışık ki koşa koşa ve sora sora trenin nereden kalkacağını keşfetmeye çalıştık. Güç bela treni bulduğumuzda tren tam o anda hareket etti ve gözlerimizin önünde Toledo'ya doğru yola çıktı. Saati geçen tren biletleri için herhangi bir değişiklik yapılmadığından 25 € elimizde patladı ve biz Toledo'ya iki gün sonra tekrar bilet alıp gittik. Ne hoş değil mi!

İki gün sonra akıllanmışlar olarak 15 dk öncesinde istasyonda bekliyorduk. Bir müsibet bin nasihatten iyi neticede. Toledo'ya olan yolculuğumuz göz açıp kapayıncaya kadar geçti tabi, oraya vardığımızda da hayatımda ilk kez şu kırmızı iki katlı üst katı açık olan City Bus'larla yapılan turu satın aldık hemen, yanlış hatırlamıyorsam 6 €'ydu. Toledo'nun görülesi yerleri yaya olarak gezilebilecek gibi değil maalesef o yüzden bence trenden inip hemen bir tur otobüsüne binin. Hem rehber anlatıyor hem de arada durup fotoğraf molası veriyorlar ve yarım saat sürmüyor bitiş noktasına ulaşmanız. Bitiş noktası şehrin en tepesi diyebiliriz, oradan da aşağıya doğru inerek ara sokakları, katedralleri keşfedebilirsiniz. Toledo kılıçları ile ünlü bir şehirmiş, şövalye meselesi ile alakalı sanırım, o sebeple kılıç dükkanları var bol bol. Bence fiyatları da uygun, hepimize birer tane lazım bence, hava alanında sorun olmayacağını bilsem bir tane alıp gelirdim heralde :) 

Şehrin merkezini gezmeniz ne kadar yavaş davranırsanız davranın üç saatten fazla sürmüyor, dolayısıyla dönüş biletinizi daha erken bir saate almak isteyebiliyorsunuz, misal biz :) Ve evet buna imkan tanıyor Renfe, eğer trenin kalkış saatine 15 dkdan fazla zaman varsa ve değiştirmek istediğiniz trende yer varsa hiçbir ücret ödemeden daha erken bir saatte dönebiliyorsunuz.

Ve bu yazıyla birlikte şehir gezmesini bitirmiş bulunuyoruz, dikkat ederseniz İspanya yazılarım bitti demedim :) Daha anlatacak bir iki şeyim daha var. Bekleyin olur mu?











Kayboldum, kendimi bulamıyorum...

$
0
0


Bir insan kendini nasıl bulur, kendine nasıl yaklaşır, kendiyle nasıl uzlaşır?
Kaybolduğu karanlık sokaklarda yolunu nasıl bulur? 
Bunun bir yolu bir yordamı var mıdır?
Diğer insanlar, sizler ne kadar yakınsınız kendinize? 

Ben yolumu kaybetmişim, ben kendimle aramdaki mesafeyi çok açmışım. 
Belki kendime oluşturduğum koruma mekanizması yüzünden, belki de bilmeden fark etmeden kendime çok uzaklaşmışım.
Başkalarının dedikleri, başkalarının düşündükleri, yorumlar, konuşmalar arasında savrulup durmuşum.
Kendime kulaklarımı tıkarken etrafımdaki diğer herkesi can kulağıyla dinler olmuşum.
Cümlelerim "bence" ile değil "sence" ile başlar olmuş.
Öznelerim hep "sen" ve "o" haline gelmiş, "ben" demez olmuşum.
O istedi, o istemedi, o gitti, o yaptı, onlar böyle söyledi, onlar öyle istemedi diye anlatmışım tüm dertlerimi.

Peki ben? Ben nerdeyim, ben ne istiyorum, ne istemiyorum?
Hayallerim neler, gönlümden geçenler neler, kimi seviyorum, neyi sevmiyorum?
Mutlu muyum, üzgün müyüm, kızgın mıyım?
Niye kendimi hiç düşünmüyorum, niye ben demiyorum hiç?

İki gündür bunu düşünüyorum. Nasıl değişirim yolumu, kendimi nasıl bulurum bilmiyorum henüz ama
Bu böyle gitsin istemiyorum.
Beni sevsinler diye mi böyle, itiraz edersem kendi istediğimi söylersem
Ters düşeriz, kırgınlık çıkar, tatsızlık olur, yalnız kalırım, tek kalırım korkusu yüzünden mi?
Neden?

Bence bu korku yüzünden! Kendime kulaklarımı bu kadar tıkamamın sebebi kendi istediğimi söylediğimde insanların benden uzaklaşması ihtimali, gerginlik kavga tatsızlık yaşanması ihtimali, yine bir başıma kalma ihtimali belki de.

Evet... Bu yüzden bu kadar kaçıyorum içimdeki benden. 
Bu kadar yok sayma sebebim bu. Sevilme, kabul edilme açlığıyla kendimi sevmeme, kendi düşüncelerime önem vermeme, aslında istemediğim şeyleri başkaları istiyor diye yapma, istediklerime de ket vurma...
Ya da daha önce kendimi dinleyerek aldığım kararda yaşadığım hayal kırıklığına savunma olarak sorumluluktan kaçma, susturma, dinlememe...

Her ne olursa olsun rahatsız edici, üzücü, mutsuz edici bir şey. Ben diye bir kavram yok hayatımda, acıtıyor işte böyle düşününce. İnsanın kendi hayatının başrolü olamaması, hayatının merkezine kendini koyamaması, çaresiz ezik biri gibi düşünüp davranması...

Nasıl yaparım, nasıl bulurum kendimi? İnsan değişir mi, iyileşir mi bu kadar kaybolmuşken, bulabilir mi tekrar yolunu? Hayatının öznesini tekrar 'ben' yapabilir mi, cümlelerine 'bence' diye başlayabilir mi, birisi bu neden böyle oldu, neden böyle yaptın dediğinde 'çünkü ben böyle istedim' diye kafa tutabilir mi? 

Olur mu?
Yapabilir miyim?
Lütfen yapabileyim, lütfen...


Film Önerileri 2

$
0
0
Mevsim kış olunca, yağmurlar yağıp kardan yollar kapanınca insanın evden çıkası gelmiyor. Evde yapılacak en güzel aktivite de film izlemek tabii ki, battaniye altına girip sahlepini içerken zaman hiç geçmesin film hiç bitmesin modunda mayışıyoruz. İşte bu keyfe varabilesiniz diye sizin için üç film önerisiyle geldim yine. Henüz izlemediyseniz mutlaka izleyin, üçü de kendi dalında baya güzel filmler.

1 - THE REVENANT

1800'lerde avlanarak ve avladıkları hayvanların kürkleriyle geçimlerini sağlayan avcı grubundan Hugh Glass'a (Leonardo di Caprio) yine bir av sırasında dişi bir ayı saldırır ve ciddi şekilde yaralar. Ağır yaralı halde buldukları Grass'ı bir süre yanlarında taşıyan grup bir süre sonra ölmek üzere olduğu ve kendilerini yavaşlattığı gerekçesiyle yanında iki kişiyle geride bırakır. Geride bıraktıkları iki kişiden John Fitzgerald (Tom Hardy) Grass'tan kurtulmak adına onu boğar ve gömer. Ancak ayının saldırısında kurtulan Grass, Fitzgerald'ın teşebbüsünden de kurtulur, toprak altından çıkar ve ağır yaralı haliyle intikam için grubun peşine düşer. 


Film çok uzun ve çok ağır ilerliyor. Kar, orman ve su görmekten bir süre sonra fenalık gelebilir. "Ulan bu kadar şeye nasıl ölmez" bu insan diye isyan ettirebilir. "Cüneyt Arkın onca ok yiyip ölmüyorken dalga geçiyorduk, bunun ne farkı var" diye sorgulattırabilir. Tabii ben böyle eleştiriyorum ama iki gün önce The Revenant ile Leonardo Golden Globe kazandı ve bu yıl Oscar almasına kesin gözüyle bakılıyor. Inarritu çok başarılı bir yönetmen, filmiyle bu sefer de turnayı gözünden vurdu bence. İnşallah Leonardo bu filmle şeytanın bacağını kırar ve Oscar'la ilgili capslere konu olmaz. 

2 - THE BIG SHORT

2004 yılında Amerika'da mortgage kredilerinin ve ipoteğe dayalı menkul kıymetlerin tavan yaptığı dönemde yaptığı hesaplamalarla piyasada konut balonu olduğunu keşfedip kısa süre sonra patlayacağı yönünde tahminleme yaparak elindeki İDMK'ları açığa satan (short position) bir doktor (Christian Bale), bir bankacı (Ryan Gosling), bir Wall Street şirketi (Stene Carell) ve iki amatör fon yöneticisi genç ile mentorlerinin (Brad Pitt) 2008'deki Mortgage krizine kadar yaşadıkları süreci işleniyor. 


Film biraz teknik, Bankacı olmamdan mütevellit bana kolay gelmesine rağmen bu konulara ilginiz yoksa korkmayın, zira aralarda yatırım araçlarını ve bunların etrafında dönen olayları o kadar güzel ve çarpıcı şekilde tanımlıyor ki hani diyoruz ya "Bilal'e anlatır gibi anlattı" tam olarak öyle kurgulandığını görüyorsunuz. Kadro şahane gördüğünüz gibi, tadından yenmiyor. Brad Pitt'in artık orta yaş karizması, Christian Bale'in yine yeni yeniden ultra zeki karakteri ve Ryan Gosling'in vücudu. Yalnız Ryan'ın saçını kumrala boyamışlar, hiç olmamış. Bu arada film gerçek hikayeye dayanıyor ve Micheal Lewis'in aynı adlı kitabından uyarlanmış.

3 - THE INTERN

Jules Ostin (Anne Hattaway) tarafından 18 ay önce kurulan moda firması Yaşlı Stajyer programı başlatır. Amaç emekli olmuş ya da kariyerinin ortalarına gelmiş kişilerin tecrübelerinden faydalanarak firmayı ileriye taşımaktır. Programa kabul edilen Ben Whittekar (Robert de Niro) Jules'un özel asistanı olarak görevlendirilir ve Jules her ne kadar başlarda Ben'e mesafeli olsa da ikisi arasında sıcak baba kız ilişkisine benzer bir ilişki başlar. 


Sıcak bir komedi yaşam filmi The Intern. İnsanda hayallerinin peşinden koşma, yaşın kaç olursa olsun pes etmeme, kendi isteklerine odaklanma, sevmekten korkmama gibi duygular uyandırıyor. Ben'in gençlere uyum sağlama çabaları, kırdığı potlar, Jules'un huyları alışkanlıkları, evliliği hem güldürüyor hem de "vay be" diyerek düşündürüyor.

İşte böyle sinema severler, bence hepsi izlemeye değer... Seçin, izleyin derim...

Uzak İlişki

$
0
0


Bu hayatta yaşadıklarımızın tümünün daimi ve tek sorumlusu kendimiziz, değil mi?
İyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, acı ama gerçek her şeyi biz kendimize yapıyoruz.
Konu sevinçlerimiz, mutluluklarımız, güzel anlarımız olunca olağan bir şekilde sahipleniyoruz zaferimizi,
ama iş hayal kırıklıklarına, aldanmalara, aldatmalara, mutsuzluğa, acıya gelince işimize gelmiyor,
başkasında arıyoruz hatayı. 
Kendimizde değil.
Tabii ya, bile bile kendi canımızı yakar mıyız, üzer miyiz, küstürür müyüz kendimizi dünyaya!
Mutlaka bir başkası olmalı, bir başkasına atmalı suçu.

Maalesef öyle değil. Maalesef bizi üzüntüye götüren de, canımızı yakan, ağlarken soluksuz bırakan yine bizim kendi seçimlerimiz. Yol ayrımlarında verdiğimiz kararlar, o mu bu mu diye arada kaldığımızda seçtiklerimiz, yolumuza eşlik etmesine karar verdiklerimiz ya da yolumuzdan ittiklerimiz...
Sözün özü yine biz...

Aslında böyle başlamayacaktım bu yazıya, çünkü uzak ilişkinin zorluklarını anlatmak var kafamda, ama nedense şu an hissettiklerimi belki de kendimi rahatlatmak adına söze dökeyim dedim. 
Zaten en nihayetinde yaşadığım uzak ilişkinin de sorumlusu yine benim.
Şikayet edeceğim, sızlanacağım, tüh be diyeceğim ne varsa bundan sonraki satırlarda sorumlusu karşımdaki insan değil aslında, tek ve gerçek sorumlu benim.

İlk uzak ilişkimi lise son sınıfta yaşamıştım, İzmir'de okuyordu sevgilim, ben Eskişehir'deydim. O zaman teknoloji bu kadar gelişmemişti, çağrı atmak, 160 karaktere mesaj sığdırmak, bir ayda 100 kontörle idare etmek dönemiydi yaşadığımız. Harçlığa muhtaç olduğumuzdan öyle hadi özledim yanına geliyorum'lar da yoktu, yılda üç beş görüşürsek görüşürdük. Ama düşünüyorum da belki de güzel hayaller kurduğumuzdan o zaman bu kadar zor gelmemişti bana. Ben üniversiteyi kazanıp İzmir'e gidecektim, sonra okulu bitirip iş bulup happily ever after masalına imza atacaktık. Ama olmadı, ben Eskişehir'de bir üniversite kazandım, o orada çalışmaya başladı. Hayalleri temel yapmıştık sanırım çok katlı masalımıza, temelimiz yıkılınca masalımız da yıkıldı. İki yıl sürdürebildiğimiz aşkımız rüzgar olup uçup gitti. Şimdi o evli ve bir çocuğu var. Mutlu görünüyor. Acaba temelini neyle kurdu masalının, merak eder dururum...

Aradan yıllar geçti, bir daha yapamam dediğim olay bir şekilde başıma geldi yine. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Bir yaz gününde sahilde otururken birden kara bulutlar çöker ve şiddetli bir yağmur başlar ya, o kadar ani, o kadar şaşırtan, o kadar ıslatan ve o kadar üşüten... İşte girizgahım tam da burada gerekli işte, hayat bana seçme şansı tanımadı deyip paragrafımı devam ettirmek isterdim ama tanıdı ne yalan söyleyelim. Gidene kadar pek çok noktada pek çok yol ayrımında bana bir fırsat sundu belki de, ben ya görmek istemedim ya da mutluluktan kalp olan gözlerim görmeme izin vermedi, bir şekilde bu yolu izlemeyi seçtim. Bilsem yolun ucunda burada yalnız kalacağımı yine seçer miydim? Yoksa yaşanacaksa yaşanacak ayrılıklar pişmanlıklar diye Don Kişotluğu sürdürür müydüm bilmiyorum! 

Uzak ilişki...
Yüzüne, kokusuna hasret kalmak...
Sesini, elini tutuşunun sıcaklığı, başını omzuna yasladığında hissettiğin güveni özlemek...
Gün saymak, kimi zaman gün sayamamak...
İnsanlar zamanın geçmemesini dilerken, ah üç ay sonrası gelse de kavuşsak diye dua etmek...
Ömrünün, yıllarının, yaşlarının çabucak geçmesine müsaade etmek...
Hayal kuramamak, hayal kurmaya korkmak...
Çok sevmek, sevdikçe kendine kızmak, canın yanacak üzüleceksin diye duygularına ket vurmak...
Kıskanmak, kıskanç biri olmasan da bu sinsi duygunun yüreğinin orta yerine yerleşmesine izin vermek...
Şimdi nerede kiminle diye düşünmekten kafayı yemek...
Kıskanılmayı istemek, kıskandırmak, yanındayken yapmayacağın saçma şeyleri yapmak için kendine izin vermek...
Özlemek... Çok özlemek... Böyle için burulurcasına, nefes alamamacasına özlemek.
Beni özlüyor mu o da diye düşünmek... Ya özlemiyorsa diye dertlenmek...
Herkesin çift olduğu yerlerde tek başına kalmak, keşke yanımda olsaydı diye keşkeler zincirine bir halka eklemek.
Yapayalnız geçirilen geceler, haftasonları; tek başına gidilen sinemalar, alışverişler...
Onun hayatına dair konuları kaçırmak, kendi hayatında olanları 'aman canım şimdi kısıtlı konuşma zamanımızı bunu anlatarak geçirmeyeyim' deyip içine atmak...
Dolmak... Bazen boğazına kadar gözyaşıyla, özlemle dolmak... Ama söyleyememek... İçine atmak...
İnsanların 'yazık' bakışlarına karşı güçlü durmaya çalışmak... 
Korkmak... Beni sevmekten vazgeçer mi, bensizliğe, bensiz hayata, yalnızlığa alışır mı diye delicesine korkmak...
Geleceği bilememek, plan yapamamak ve tabii ki hayal kuramamak...
Gördün işte, temeli hayalle dolu olunca masalın yıkılıp gitti bir keresinde.,.

Uzak ilişki...
Zor vesselam...
Temelini hasretle kurduğun bir masalın kahramanı olarak buluverdim kendimi. Kavuşmaları bölüm sonu yaptım masalıma. Yanımda olmadığı her gün %100 şarj olmamış %95'te şarjdan çıkarılmış telefon gibi, tam olmuyor, eksik kalıyor. Yine de zaman geçiyor bir şekilde. Yukarıda yazdığım karmaşayı günün her dakikası yaşasam da, belirsizliklerle dolu bir yolu adımlasam da masal yazılmaya devam ediyor. Sonunu bilmiyorum henüz, prenses ve prens bir ömür mutlu yaşarlar mı göreceğiz!


Yalnız Yaşayanlara Tavsiyeler

$
0
0
Source


İşbu yazı yalnız yaşayan, sevgilisi olmayan, sevgilisi uzakta olan, eşini askere kocasını göreve ev arkadaşını memleketine, anasını babasını köye göndermiş tek başına yaşayan insanlar için yazılmıştır. Lütfen evde deneyiniz :)

1 - Yalnız yaşamanın ilk ve en önemli kuralı olarak banyonun kapısını kapatmadan tuvaletinizi yapın. Halihazırda yalnızlar bilir, bu yalnız yaşamanın en önemli lüksüdür. Hatta evine biri geldiğinde bu lüksün elinden alındığı için canın sıkılır üzülürsün. 'Ay cnm yaaa ben hiç öyle bir şey yapmıyoruuum' diye inkar da etmeyin, bal gibi de yapıyoruz. O Ses Türkiye'de yarışmacının hangi juriyi seçtiğini, maç izlerken takımının yaptığı atakları rahat rahat dinleyebilmenin rahatlığı var bir kere. 

2 - Kendi kendinize konuşun. Yoksa sesiniz kısılır, insan sesine hasret kalırsınız. Ben bazen hafta sonu iki gün üst üste evde kalıyorum, bu süreçte yaptığım tek konuşma annemleri arayıp 5 dklık hal hatır sorma, yaşadığım yönünde bilgi verip onların kolluk kuvvetlerini seferber etmelerini engellemek yönünde bir sohbet. Onun dışında bazı günler oluyor ki hiç konuşmamışım bir tam gün. İnsanın ses telleri paslanıyor valla bak ya! Bunu engellemek adına da bol bol sesli konuşun. 'Ay akşam ne yesem, hadi bi çay içeyim, tuvalet kağıdı mı bitmiş al dedim o kadar, mal mısın kızım o adam için ağlanır mı' gibi çift karakterli şizofrenden hallice bol bol konuşun. Zararı yok. Yok bak cidden :)

3 - Şarkı söyleyin. Bağıra bağıra şarkı söyleyin. Hele de bir de benim gibi sesinizin ne kadar çirkin olduğu yönünde bitmez tükenmez şakalara maruz kalıyorsanız her telden şarkıyı evde rahat rahat söyleyin, videolar çekin ooohh sefanız olsun! 

4 - Evinizi temiz tutun. Öyle yalnız yaşıyorum nasılsa deyip bok götürmesin etrafı. Ne demişler 'Temizlik imandan gelir.'Öyle lavaboyu bulaşıkla, kirli sepetini çamaşırlarla, yerleri saç tellerinizle, mobilyaları toz içinde bırakmayın. Ansızın bir yakışıklı kapınızı çalar, boş atıp dolu tutarsınız kız eve gelmeye kabul eder falan diye de değil ha, azıcık kendinize saygınız olsun canım, kendiniz için temizleyin. Ahır mı orası be, eviniz yuvanız. En fazla yarım gününüzü alır temizlemek. İnsan gibi yaşayın işte adamın asabını bozmayın!

5 - Makarnayı, hazır köfteyi, şinitzeli, patatesi özetle pişirmesi kolay gıdaları eksik etmeyin. Ama mal gibi de her gün saçma sapan kalorili şeyler yemeyin. Hele de üst üste dışarıdan yemek söylemeyin. Kim kazanıyo o paraları, sokaktan mı topluyorsunuz. Hem nasıl pişiyorlar içine ne koyuyorlar kimbilir! Güzel güzel kendiniz pişirin kendiniz yiyin. Anneciğiniz buzluğa doldursun bir şeyler, onları ısıtın yiyin. Hiçbir şey yapamıyorsanız yoğurtla muz yiyin. Ben haftanın dört günü yoğurt-muz kombosu yiyorum valla mis :)

6 - Film izleyin. Kitap okuyun. Spor yapın. Yazı yazın. Koltukta uyuyakalın. Evinizde geçirdiğiniz zamanlarda kendinizi mutlu eden şeyler yapın. Kendinizle kalmayı, evinizi, oradaki yaşamınızı ancak öyle seversiniz çünkü. 

7 - Misafir çağırın, evinizde arkadaşlarınızı ağırlayın. Kahvaltılar yapın, şarap peynir gecesi yapın, pizzalı film geceleri yapın. Azıcık insan yüzü görün be, tek başına otur otur nereye kadar! 

8 - Evinize girer girmez kapınızı kilitleyin. Aslında bu ilk madde olacaktı da şimdi anne tavsiyesi gibi yazarsam 'amaaan' der yazının kalanını okumazsınız diye aralara sakladım. Özellikle yalnız yaşayan kadınlar için söylüyorum, dışarısı tehlikeli, kapının deliğinden bakmadan açmayın. Size izlediğim bir filmden bir kuple anlatayım da 'bir musibet bin nasihatten iyidir' deyip azıcık ibret alın. I Spit on your Grave 2 filminde başroldeki yalnız yaşayan kızımız çöp poşetini atmak için koridorun sonundaki kovaya giderken kapıyı aralık bırakıyor, kaşla göz arasında eve bir tecavüzcü giriyor, sonra gece kız uyurken kıza tecavüz ediyor, bayıltana kadar dövüyor. Sonra kız gözlerini bir açıyor, Rusya'da bir evin bodrumuna kapatılmış, işkence görüyor falan. Tamam çok abartı bir hikayeydi bu ama valla bende çok etkili oldu. Hadi kalkın da kilitleyin şu kapıyı!

9 - Ağlayın. Yani öyle neden yokken değil tabii ama yalnızlık canınıza yettiğinde, duvarlar üstünüze üstünüze geldiğinde, 'yapayalnız ölüp gideceğim' tribine girdiğinizde, terk edildiğinizde, özlediğinizde, sinirlendiğinizde içinizden ağlamak geliyorsa eğer ağlayın. Böyle bağıra bağıra yerde kıvrana kıvrana ağlayın. Gözünüzde damla kalmayana kadar ağlayın. Ben öyle yapıyorum. Allahtan alt dairem boş yumruklarımı durmuyor ama böğürmelerimi üst komşu garanti duyuyordur ve eminim 'organ mafyası geldi de kızın böbreklerini canlı canlı alıyorlar' diye şahsım adına üzülüyordur. Ama napiim anca rahatlıyorum.

10 - Özellikle yalnız kadınlar için bir madde olarak kendi kendinize kusmayı ve peşine sifonu çekmeyi öğrenin. Şahsen ben yalnız yaşadığım seneler boyunca kendimi bu konuda baya iyi eğittim. Sarhoşken mesela bir elimde saçımı toplarım, diğeriyle de sifonu çekerim oooh miss... Hatta geçenlerde ağır bir mide rahatsızlığı geçirdim, günde 4 kez kusuyordum ilaçlar yüzünden. Kendi kendine ortalığı batırmadan kusabilmenin büyük meziyet olduğunu bir kez daha anladım. Ha bir iki keresinde kusmanın peşine madde 9'u uygulayarak 'kusarken ölcem kimsenin haberi olmayacak cesedim kokacak komşular bulacak haberimi hurriyet.com.tr'de üç numaraya koyacaklar' diye bayaa bir ağladım ama bu kısmı geçebiliriz.

Bonus Madde - Çok da yalnız kalmayın, yalnız yaşamak güzel, büyük özgürlük büyük rahatlık, alışması en kolay nimetlerden bir tanesi ama sevdiğiniz varsa ve beklemenizi gerektiren bir şey yoksa kavuşun, ailenizle yaşabilme imkanınız varsa onlarla yaşayın. Çünkü en nihayetinde yalnızlık Allaha mahsus, o kadar matah bir şey olsa Yaradan Adem'in yanına Havva'yı yaratmazdı di mi?


Spor Salonu Kuralları

$
0
0
Çocukken yedi sene futbol oynamış, sonra eğitimi seçip yeteneğini tepmiş, sonra da aktif olarak daha kızsal sporlar yapmış bir insan olarak yıllardır böyle bir yazı yazmamış olmanın özürlerini sunuyorum sizlere öncelikle. Ama her şeye olduğu gibi buna da tabii ki bir cevabım var: Zira salon sporları dışında pilates, diren., kuvvet egzersizlerini hep evde yapıyordum. Ama geçen ağustos ayında hayatımda ilk kez spor salonuna yazıldım. Ve oradaki garip dünyayı sizlerle paylaşmayı kendime bir borç bildim. İşte maddeler halinde spor salonu gerçekleri...

1 - Vücut Ölçümü
Kayıt olmanızın ardından spor salonunda var olabilmeniz için olmazsa olmaz adım. Çıkıyorsunuz baskül benzeri bir alete, ellerinizi iki tane tutacak veriyorlar, alışveriş fişi gibi bir fişle öğreniyorsun vücudundaki yağı, kası falan. Tabii ki ben de yaptırdım. Ama yaptırmaz olaydım, neymiş 49 kiloluk 165 cmlik vücudumda %20 yağ varmış efendim, yani vücudumun 10 kilosu yapmış ve bunun yarısı sadece karnımdaymış. Soğukkanlılıkla bunları söyleyen spor hocası bozuntusuna açıp dümdüz karnımı göstererek 'Siz bu karında 5 kg yağ mı var diyorsunuz şimdi?' diye sormuşluğum onun da 'ıhhmm şey karın derken üst gövdenin tamamından bahsediyoruz' diye geri vites yapmışlığı vardır. Sen kimsin de benim Victoria's Secret mankeni gibi karnıma 5 kilo yağ var dersin! Adam gibi söyle iç organ yağları, ne bileyim göğüsler falan da dahildir bu orana diye. Karın deme ama karın konusunda hassasım!

2 - Spor Salonu Turu
Ölçümün ardından yaptırılan ve spor aletlerinin nasıl çalıştığını, spor salonundaki alanların nasıl kullanıldığını gösteren maksimum beş dakika süren adım. Tamam bazı ultra ultra lüks salonlarda beş dakika sürmeyebilir ama ben ultra ultra lüksün zincir dükkanlarından birine kayıt olmuştum, benimki beş dakika sürdü. 'Salonumuz aletlerin bulunduğu kısım, serbest çalışma alanı, grup dersi salonları ve testosteron bölgesinden oluşmaktadır' Evet, adı bu olmasa da spor salonlarında ağır testosteron içeren, Demirland diye adlandırabileceğimiz erkek egemen bir bölge var ve bir kadın olarak 5 metre yaklaşmamanız gereken bir yer, mazallah bıyığınız çıkar, göğüsleriniz içine kaçar, gördüğünüz kızlara hallenmeye başlarsınız, aman diyim!! Bence Demirland'deki adamlar 10 yıldır falan oradalar, unutulmuşlar orada. Gece gündüz sürekli halter kaldırıp birbirlerine stereoidle şişirdikleri kol kaslarını sergiliyorlar. Hayır hiç de seksi değiller, bir kere Naim Süleymanoğlu gibi kaslı tipleri kadınlar hiç beğenmez, kas dedin mi Kerem Bursin, Kıvanç Tatlıtuğ gibi olacak. Baklavaya da ok'yiz ama Hulg Hogan gibi olunca hiç çekici olmuyorsunuz.

3 - Koşu Bandı
Spora yazıldıysan bu aletin üzerinde koşmayanı dövüyorlar. Yıllarca önüne tavşan görmüş tazı gibi dili dışarıda o bant üzerinde koşanları eleştirmişimdir ama ben de yaptım itiraf ediyorum. Astımım nedeniyle koşmadım ama 7,5 km/s hız ile tempolu yürüdüm, ölümüne terledim. Ha bence gereksiz bir aktivite, orada hiçbir kasımın gelişmediğine dair yemin edebilirim. Bir bok yapmıyosun ki öyle mal mal yürüyorsun. Çık açık havada yürü, bir durak önce in yürü, markete git ne bileyim hatta evin içinde on tur yürü valla bence daha makbul. Şimdi sporseverler celallenmeyin, vay efendim koşu bandında da kalori yakılır, şu kaslar çalışır diye. Biliyoruz heralde ama yok dizinde menisküs yapmak dışında hiçbir hikmeti yok. Ha böyle diyorum 100 kez gittiysem 90'ında yarım saate yakın yürümüşümdür, heat up amaçlı. Ama poponun arka sıradaki erkeklerce rahatlıkla dikizlendiği spor aktivitesi olarak buraya yazabiliriz.

4 - Salon dersleri
Tüm dişileri içinde barındıran, genellikle yakışıklı spor hocaları tarafından verilen canım dersler. Pilates, fit dance, aerobic step, body fit gibi pek çok sınıf var, ama yetişebilirsen, yer bulabilirsen! Zira kadınlar walking dead gibi birbirini parçalayacak mat kapıp kendine yer seçerken. Hadi yer buldun diyelim, hocayı görebilmek için boyun fıtığı olmamak için kertenkele gibi gözlere sahip olman gerek. Fitdance bildiğin zumba, iki yılını zumbaya vermiş bir insan olarak tabii ki en çok eğlendiğim ve sınıfın en yeteneklisi olarak sivrildiğim ders. Kilo vermekse amacınız bu derslere gideceksiniz zaten, nabzınız nasıl yükselecek yoksa. No pain no gain demişler. Topun üzerinde terlemeden etmeden muhtemelen yanlış yaptığın hareketlerle fazla kilolarından kurtulamazsın benden söylemesi. Bir de böyle diyorum diye benden nefret etmeyin, tamam mı?

5 - Ayna Karşısında Selfie Çekmek
Yoğunlukla dişilerde görünen ama bazen stereoidden beyin hücrelerini yitirmiş eril cinsin de yapabildiği aktivite. Bu selfie için bir adet -tercihen- son model bir akıllı telefon, çarpıcı bir telefon kabı, bir adet kulaklık. Çok terliyorum imajı vermek istiyorsanız da boyna bir havlu atılabilir. Poz verirken dikkat edilmesi gerekenler, vurgulamak istediğiniz bölgeye göre değişir. Selfiede poponuza yakın kısmın tıklanarak like almak istiyorsanız beli kırıp popoyu dışarı çıkarmalı, göğüslerinizi ön plana çıkarmak istiyorsanız telefonu memelerinizin önünde tutmamalı, ya suratınız seviyesinden ya da karın seviyesinden fotoğrafı çekmelisiniz. Ayrıca mata oturup bir dirseği pilates topuna yaslamak, cycling, body fit gibi anandan emdiğini burnundan getiren sporlar sonrası terli suratı içeren herhangi bir uzuv vurgusundan uzak pozlar da mevcuttur. Eril cinsimiz genelde üstsüz çekindiği için onlar için pek bir tavsiyem yok açıkçası.  

6 - Spor Hocaları
Bu güruha hoca deyip dememek arasında hep kararsız kalmışımdır. Zira en büyüğünün benden beş yaş küçük olduğu dünyada pek de ciddiye alasım gelmiyor bebeleri. Spor Akademisi mezunu olsalar neyse de kimisi okuyor, kimisi de kişisel ilgisi nedeniyle birkaç sertifika alıp hocalık yapıyor. Genelleme yapmak istemiyorum ama karşılaştıklarımın çoğu acemi. Pointle flex arasındaki farkı bilmeden pilates yaptıranını gördü bu bünye. Erkek hocalar bir beden küçük giydikleri tişörtleriyle kaslı vücutlarını sergileyip kızlarla muhabbete, kadın hocalar da sahip oldukları aşırı ince bel ve yuvarlak popolarına imrendirmeye geliyor bence. Nedense ben öyle hissediyorum. Gerçekten sporu sevdiği için, okulunu okuyup bütünüyle bildiği için bu işi yapan az bence. 

Sanırım tüm maddeler tamam, artık spor salonunun bir üyesi olarak, bir yıllık üye olup, ardından yüzlerce liralık spor kıyafeti alışverişi yapıp bir ay gidip kalan on bir ay için üyeliğinizi ölüme terk edebilirsiniz. Move!

Umutsuzluğun Çaresi

$
0
0


Ümit etmeyi, umut etmeyi kestiğiniz ya da umut etme yeteneğinizi yitirdiğiniz zamanlarınız oldu mu hiç? 
Önünüzdeki belirsizlik bezeli sisin dağılmayacağını, hep kasvetli günler sürdüreceğinizi düşündüğünüz, 'ne yaparsam yapayım olmuyor' diye kendinizi suçladığınız günler yaşadınız mı?
İçinizde 'hayırlısı olsun' bile demenin gelmediği günler geçirdiniz mi ardı ardına?
Hatta hayırlı, hayırsız 'yeter ki bir şey olsun' diye isyan ettiğiniz zamanlar?
Etrafınızdaki herkesin hayatı olağan hızında akarken, sizinkinin askıda kaldığı, bir günün on gün gibi geçtiği, arafa sıkışmış, kapalı bir kutuya tıkılmış gibi hissettiniz mi?
Olumlu düşünmenin kitabını yazabilecekken, olumlu tek düşünce geliştiremediğiniz oldu mu?

Su akıp yolunu buluyor, her şey olacağına varıyor falan tamam ama şu günlerde bu özlü sözler içime hiç su serpmiyor maalesef.
Neden bilmiyorum. Ama kafam hep kötü senaryolar üretiyor, kafamdaki bin tane sorunun hiçbirinin cevabı yok. Kafam bu kadar soru üretebiliyor muydu, onu bile yeni tecrübe ediyorum. Hayır madem böyle bir yeteneğin vardı keşke lise, üniversite döneminde ortaya çıksaydı da daha iyi bir üniversiteye gidip derece yapsaydık. 
Beynimde vızıldayan arılar var ve gece gündüz hatta uyurken bile sürekli uçuşuyorlar, uğultulu bir dünya içinde yaşıyorum sanki. Bir kapağı olsa da açsak şu kafa tasını, uçup gitse kafamdaki deli arılar.

Bu durumun bir çaresi var mı? Varsa gözünüzü seveyim bir yol gösterin. Ay ama Allahınız aşkına, 'her şeyin güzel olacağına inan, mutluluk içimizde' falan demeyin. İçimde olsa bilmez miyim! 
Ha bir de 'akışına bırak' da yasak öneriler arasında. Bırakamıyoruz ki Dante'nin Araf'ında sıkışmış gibi volta atıyorum buralarda. 
Akmıyor ki anasını sattığımın hayatı, aktı da önüne baraj kurdum ürettiğim elektrikle yüksek gerilim yaratıyorum sanki. 

Bana elle tutulur maddelerle gelin, cinnete beş kala 'moralini yüksek tut, şükret, anı yaşa, atla, hopla, zıpla' falan sıralarsanız yemin ediyorum iğrenç sesimle Levent Yüksel, Sezen Aksu, Sertap Erener şarkısı falan söyler hepinizi hayattan soğuturum.

Sanırım bu tehdidim işe yarar? Hadi ötün bakalım!

Eyvah Herkes Evleniyor!!!

$
0
0
Geride bıraktığımız hafta sonu en yakın arkadaşlarımdan birinin daha dünya evine girmesinin ardından etrafımdaki bekar arkadaş sayısı dörde düştü. Bunlardan birinin mart ayında nişanı, eylül ayında da düğünü olacağı düşünülünce bekarlar dünyasında kala kala üç kişi kalmış bulunuyoruz. Kalan üç kişiden biri 89 doğumlu, o da daha genç dersek kaldık iki. Evet 28'lerinin ortalarında 30'a iki kala sardı korkular gelecek yıllar adeta.

Yıllar önce blog vesilesiyle tanıdığım, nişan, kına, çeyiz, evlilik gibi olaylarına yazıları vesilesiyle şahit olduğum arkadaşların durumuna hiç girmiyorum, hepsi anne oldu, anne olmakla kalmadı, çocukları gelin/damat olacak yaşlara geldi. Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alırmış derler; hayatımda şu an ikisi kuralın da işlemiyor olması üzerimde gereksiz bir toplum baskısı oluşturmadı değil.


Kocan Kadar Konuş'taki Efsun gibi efsunlandığım şu günlerde 'ulan yıllar geçiyor, partidir kitap okumaktı dil öğrenmekti gezeyimdi tozayımdı ve bittabi kariyer yapayımdı derken sapır sapır dökülüyor takvimdeki günler, yıllar' kaygısı kapladı içimi. Çok şükür annemin babamın o yönde bir baskısı yok ve maalesef bunun sebebi 'kızımız gezsin eğlensin daha genç' mantığından ziyade 'bu kızdan bir cacık olacağı yok, torun morun beklemeyelim, napalım kaderi buymuş, evlattır bağrımıza basıcaz' diye bir kabulleniş yaşamaları. O  yüzden canlarım henüz 23 yaşında olan kardeşimin gelecekte kuracağı yuvaya ve onlara vereceği torunlara odaklanmış durumdalar. Eee bendeki bu talihi görünce böyle düşünmelerini hiç yadırgamıyorum tabii, olsun anne ben de hala olur minik yeğenlerimi severim, hem bu oğlunun da işine gelir, tüm masrafları halalarından çıkarır çocuğunu beleşe büyütmüş olur işte :)

Gerçi düşünüyorum da anne olmak istiyor muyum, bir çocuğun sorumluluğunu alabilir miyim diye. Yok canım nerdee! Hiç 'ben kendime zor bakıyorum' tribine girmem, kendime çok güzel bakıyorum, eminim çocuğum olsa ona da çok güzel bakarım ama anne rütbesini almak yönünde istekli göremiyorum kendimi nedense. Bence bunun en büyük nedeni işyerinde saatlerimi geçirdiğim üç insanın boy boy, renk renk, desen desen çocukları olması ve benim bütün gün birinin uykusuzluğu, ötekinin hastalığı, diğerinin bir yaş partisi gibi hikayeleri dinliyor olmam. Resmen yaşamıyor gariplerim, yaşatmaya çalışırken kendilerini tüketiyorlar. İşte bu bana çok ters geliyor. Ben daha ne yaşadım ki tüketmeye başlayayım diyorum. Ay lütfen adsız anneler kulübü, hemen saldırmayın! Kabul edin siz de benzer düşünceleri taşıyordunuz kocişkonuzla bebişkonuzu yapma kararı almadan önce... Sen de anne ol anlarsın'cıları da anlamıyorum, bu böyle günün birinde vahiy gibi mi geliyor, 'doğurmalıyım doğurmalıyım, yumurtalarım boşa gitmemeli, döllenmem gerek' diye. Söylenene göre geliyormuş, birden o hisle doluyormuş yürekler, çok saçma dersem yine kızarsınız diye demiyorum.

Neyse zaten şu an çocuk muhabbeti yapmam saçma, daha ortada evlilik, evlilik yoluna atılan adım, evlilik yoluna atılan adım için kaldırılmış ayak ve hatta evlilik yoluna atılan adım öncesi geçirilen bir niyet bile yok! Ha ben inatla evlenenlerin ayakkabılarına ismimi yazıyorum, nişanlananların kurdelelerinden parçalar yutuyorum - ki söz konusu kurdeleler birleşse dünyayı bir tur sarar -  günün birinde biz dünya dışı yaratıkların yaşadığı evlerden 'dünya evine' terfi ederim belki umuduyla. 

Bir iki yıl öncesine kadar soranları 'yok yahu ben daha gencim'şeklinde savuşturuyordum, şimdi o bahane de kalmadı. Üstüne üstlük yakın arkadaşlarım bir bir evlenince onların düğünlerindeki teyzelerin 'eh sıra sen de artık! Yok mu bi konuştuğun?'şeklindeki iğnelemeleri, facebookta gelinle paylaştığın fotoğrafın altına yorum yapan dayıların 'Maşallah gelin hanım da pek güzel çıkmış, darısı siz bekarların başına' yorumları trenin kaçtığı, köprüden öncesi son çıkışın geçtiği hissiyatı uyandırıyor. 

Şimdilerde 'ee sende yok mu bir şey?'şeklindeki meraklı sorulara 'Daha 28'im, 30'a kadar zamanım var'şeklindeki züğürt tesellisi cevabını veriyorum. Ee iki yıla da kim öle kim kala. Hele bir 30 olalım ve hala bekar olalım, o zaman ciddi aksiyonlar almanın zamanı gelmiş demektir. Ben yüzümü karartır evlenme teklif ederim artık. Baktım kabul cevabı gelmedi ama benim de 'çocuk yapmalıyım' hormonlarım kabardı o zaman beyaz atlı prens hayallerime son verir, ya atı ya prensi değiştiririz. Napalım.

(DEĞİŞTİREMEDİ, EVDE KALDI!!)


İspanya Günlükleri - Futbol

$
0
0
İspanya ile ilgili aklınıza gelen üç şeyi sayın desem eminim bir madde 'futbol' olur, yani en azından erkek ya da benim gibi futbola ilgisi olan cins hatunlardan bu cevabı alacağımdan neredeyse eminim. Eee az buz değil El Classico denen ve dünyanın en büyük iki kulübüne ev sahipliği yapan bir ülke. Dünya Kupasını, Avrupa Kupasını almalara doyamamış, fabrika gibi yıldız futbolcu yetiştirmiş, hatta milli gururumuz Arda Turan'a ev sahipliği yapmışlığı var, daha ne olsun.

Eh zat-ı alimin futbolla olan ilişkisi aşikar, 14 yaşına kadar futbol oynamış, mecburen bırakınca da sıkı bir futbol taraftarı olmuş bir insan İspanya'ya gidince sanır mısınız ki sadece hepinizin yaptığı gibi stad turu yapsın! Hadi oradan.

Bundan iki yıl önce İtalya'ya gittiğimde Roma ve Lazio'nun maçlarının oynandığı Stadio Olimpico'da Lazio - Genoa maçını izlediğimi bilmeyen var mıdır! Millet Aşk Çeşmesiydi, Collesseum'du, Pantheondu Vatikan'dı gezerken ben araya bir de lig maçı sıkıştırmıştım. Eee İspanya seyahati planlanırken de müze biletlerinin yanında hemen fikstürü açıp gidilebilecek maçları bulmam kaçınılmazdı. 

Şansımıza (ya da şansıma demeliyim çünkü partnerimin daha önce Camp Nou'yu görmüşlüğü var ve maalesef futbolu 'o kadar da'çok sevmez.) Barcelona'da olduğumuz hafta sonu Barcelona - Eibar maçı vardı. Eibar kim demeyin, açın bakın La Liga fikstürüne, puan duruma da görün nasıl yükselen bir değer olduğunu :) Zira dişe diş kana kana intikaaam intikaam şeklinde baya güzel oynadı canlarım. Kale arkasında cennetin yedinci katına yakın bir yükseklikte izlememize rağmen sanırım en çok keyif aldığım anlardan biriydi o 90 dakika. Şahane bir şey değil mi ya gittiğin bir şehrin takımının maçını oranın sakinleri, o takımın taraftarlarıyla izlemek, onların heyecanına ya da üzüntüsüne şahit olmak! Ayrıca Barcelona'yı canlı izlemiş olmak da paha biçilemezdi bence. Yine bence diyorum farkındaysanız :) Neyse kendi kendime bir hedef koydum zaten, her gittiğim ülkede en az bir maç izlemek. Biletlerini falan saklıyorum, bir sürü fotoğrafım var. Ay şahane bence yaaa <3




Barcelona'da maç izledikten sonra Madrid'in nesi eksik dedik, orada da normal turistler gibi Barnebau Turuna katıldık. Biraz pahalı gelmedi değil ama seyahatin son günlerine doğru 'battı balık yan gider, bas bas paraları İspanya'ya, bi daha mı gelicez dünyaya' moduna çoktan girmiştik. 

Ne büyük stadları var diye hayran kalmamın yanı sıra adamlar bundan bile para kazanıyor diye Türk hesabına giriştim gezi boyunca. Ama düşününce sergilenecek kupaları, tarihleri ve başarıları var adamların. Şahsen bir Fenerbahçe taraftarı olarak Kadıköy'deki müzeciği düşünüyorum, bir UEFA kupamız bile yokken üç beş kramponla, eski topla falan yürütülecek iş değil. O yüzden bizimki bedava onlarında 20-30 euro :)) 









Renk renk, desen desen, boy boy kupalardan tutun David Beckham Louis Figo Roberto Carlos gibi gençliiğimizin efsanelerinin videolarını, belgesellere, slayt gösterilerine, bir sürü teknolojik uygulamalara kadar yok yok. Stadın içini, yedek kulübelerini, soyunma odalarını, tribünleri kısacası her yeri geziyorsunuz, baya da bir yoruluyorsunuz. Stadın içindeki store çok pahalı, ben kardeşime hediye atkıyı stadın karşısındaki parktaki engelli bir amcadan satın aldım mesela, 5 euroydu sadece :)





Ya işte böyle... Pek kimselerin yapmadığı bir şeyi yapmanın verdiği huzurla bence İspanya yazı dizisine artık son verebilirim. Sırada Münih ve Nürnberg var, aradan zaman geçti ama birer yazıyla Almanya maceramın başlangıcını anlatayım di mi?

Kıyamam senin canına...

$
0
0

Bir insanın sevgilisine söyleyebileceği en güzel aşk sözü nedir?

Pat diye bulamadınız değil mi? Aklınıza basma kalıp sözler geliyordur, ‘Seni seviyorum’, ’Sana aşığım’ ‘Seninle yaşlanmak istiyorum’ vs, vs...

Benim hayatımda duyduğum en anlamlı aşk sözcüğü “ Kıyamam senin canına” idi.
Anneannemle dedemin aralarındaki sihirli parolaydı o. Nice ömürlük ifadeye bedeldi bence... Bir taraf diğerine bunu dedi mi, diğeri erir, mest olurdu.

İnsanın sadece bedeni yorulmaz bazen, yüreği de yorulur.
İşte yürek yoruldu mu, öyle “Şöyle bir uzanayım da dinleneyim” de diyemezsin hani, kolay kolay soğumaz yürek dediğin...
Sihirli birkaç söz ister merhem niyetine.. Karşındakinde o merhem varsa ne mutlu..
Yoksa eğer, yürek ezile ezile yaşanan şeye hayat mı denir, eziyet mi...bilinmez..

Aşk dediğin şey sadece kesilen nefes, çırpınan kalp, uçuşan melodilerden oluşmaz ki..
Hep güneşli, hep pırıl pırıl olmaz ki..

Gün gelir kara bulutlar gelir, gök gürler, fırtına patlar, gün gelir seller sular götürür ortalığı, gün gelir buz parçaları yağar gökyüzünden, ve gün gelir, o ışığını sevdiğin güneş yakar bitirir insanı..
O zaman işte, bir küçük söz beklersin.. 
“Kıyamam senin canına” dedi mi birisi, o ılık bahar güneşi doğuverir içinde yeniden..

Birine kıyamamak önemlidir. Çünkü aşkın o nefes nefese heyecanlı safhaları geçip de, emek gerektiren süreçler başlayınca, o upuzun maratonu koşmaya kararlıysan eğer, vicdan ve merhamet en değerli yol arkadaşındır.

Çok şey vardır o sözün içinde.. Bir kere “farkındayım” demektir. “Farkındayım, yoruldun”. “Farkındayım, çaba harcıyorsun.” “Farkındayım, acı çekiyorsun”.
Seni umursuyorum, ve önemsiyorum ve ne hissettiğini ben anlıyorum.

Ama...

'Kıyamam sana.'

Dedem hastanede acılar içinde yatarken , anneannem ona en mükemmel şekilde bakabilmek için çırpınırdı.
O dedeme “Kıyamam senin canına..” derdi ağrı çekiyor diye.. Dedem ona “Kıyamam senin canına ..” derdi yoruluyor ve üzülüyor diye..

Bence saatler, sadece aşkta değil, toplumda da birbirimize “Kıyamam senin canına..” dememizi gerektiren zamanı gösteriyor. Birbirimize kıyamadığımız gün, bu güzel ülkenin kaderi değişecek.

Her zaman derim ya, “aşk” sadece kadınla erkek arasında kalamayacak kadar geniş bir kavram bence..

O yüzden sevgililer günü bahane..

Hayatımızda aşk diyebileceğimiz her, ama her şeye.. sevgilimizden çocuğumuza, hayvanlardan doğaya, sanattan dostlara... "kıyamayacağımız"...özenle, ihtimamla, hoşgörüyle birbirimizi seveceğimiz günlere gelsin.

Aynı havayı soluduğumuz şu gök kubbe altında bize herkes , her şey "sevgili" olsun.

Ne demiş Ahmet Arif :

"Gel beraber alalım nefesimizi sevdiğim..
Sensiz boğazımdan geçmiyor."


Bige Güven Kızılay

14.Şubat.2016

Farklı olmak, fark yaratmak...

$
0
0


Nasıl fark yaratırız? Kalabalıklar içinde nasıl fark ediliriz? Sıradanlıktan nasıl sıyrılabiliriz? Bileniniz var mı? 

Ben uzun zamandır bunun üzerinde düşünüyorum. 
Ataleti sevmeyen, sıradan olmanın varoluşumuza ters olduğunu düşünen bir yapım olduğu için belki de, kalabalıklar içinde topluluk beni nereye götürürse oraya giden, kendi düşüncesini savunamayan, hatta savunmayı bırak kendi düşüncesi bile olmayan, elimde fırsatım olmasına rağmen bir adım öteye taşıyabilecek koşullara sahipken onu kullanmamayı tercih eden bir insan olmadığım için ya da... 
Sebebi ne olursa olsun, 'aynı' olmayı sevmiyorum. 
Çalıştığım yerde, bulunduğum ortamlarda farklı olan olmak, sürüden ayrılan olmak, kimi zaman cesur olan olmak için uğraş veriyorum.

Yapabiliyor muyum bilmiyorum. 
Moduma göre değişiyor bu soruya verdiğim cevap sanırım. Mesela almanca öğreniyorken, o elementary örnekleri çözerken, çat pat cümle kurarken, birileri yazdığım yazılarla ilgili güzel şeyler söylerken, kendimi geliştirecek şeyler okurken, futbolla ilgili detayları tartışırken, sağlıklı beslenip düzenli spor yaparken "evet" diyorum, "farklıyım, hayatın bana dayattığını kabul etmiyor, bir şeyler için çabalıyorum." 
Bu düşünceyi benimsediğim zamanlar mutlu ve umutlu oluyorum.

Ama her zaman güllük gülistanlık olmuyor zihnim. 
Aslına bakarsanız yukarıda ruh halim kolayca değişebiliyor, sabah iyiyken akşam kötü oluyorum. Duyduğum bir şey, başaramadığım bir iş sebebiyle kendimi dünyanın en beceriksiz insanı ilan edebiliyorum. Dünyanın en işe yaramaz insanı nişanını yakama takıyorum. 
Kendimi, sevgilimi, annemi, dostlarımı darlamaya başlıyorum. 
"Yapamayacağım, olmayacak, beceremeyeceğim, zaten ne zaman yaptım ki, şanssızım, hep benim başıma geliyor, neden benimle uğraşıyor" diye bir döngüye giriveriyorum kolayca. 

Korkum ne? Kaygım ne? Başarısız olmak mı? Takdir edilmemek mi? Hakkımda 'kötü, olumsuz' konuşulması mı? Haksızlığa uğramak mı? Hakkımı savunamamak mı? Becerememek mi? Kaybetmek mi? Terk edilmek mi? 
Sanırım hepsi... 
Ve ürkütücüdür ki saydıklarımın hepsi dış dünyanın tepkileri yani benim asla kontrol edemeyeceğim, değiştiremeyeceğim şeyler... Bazen ne kadar umursuyorum insanların benim hakkımda düşündüklerini. Nasıl birden alt üst oluyorum haksızlığa uğradığımda, kötü bir şey duyduğumda, bir şeyler ters gittiğinde... Evet kolay değil benim için hayat, bundan sonra da kolay olmayabilir ve ben bunu kabul etmek yerine olumsuzluğun beni ele geçirmesine izin veriyorum. 
Halbuki başıma gelen olumsuz olduğunu düşündüğüm, beni kıran, üzen her şeyde söyleyeceğim tek bir şey var: SİKTİR ET!

Düşersem kalkarım, yorulursam dinlenirim, bir kapı açılmıyorsa diğerini denerim, koşamıyorsam yürürüm, başarısız olursam yeniden denerim, kaybedersem kabul ederim ama her durumda bir ders çıkarırım ama yine de yoluma devam ederim. 

Thomas Edison "Cesaretimi kaybetmiyorum, çünkü vazgeçilen her yanlış girişim, ileri doğru atılmış yeni bir adımdır." demiş. 
Evet, yanılsak da, başarısız olsak da her deneyim bizi bir sonraki adıma taşır. Bugüne kadar taşıdı, bundan sonra da taşır.

Zira bu fani dünyada etrafındakiler ne söylerse söylesin ne düşünürse düşünsün hayallerinin peşinden korkmadan giden, yüreğinin sesini dinleyen, içinden geleni yapan insanlar fark yaratabiliyor!

Artvin Cerattepe Direnişi

$
0
0
Yeşilin en çoğunu gördüğüm en doğu yer Rize Ayder Yaylası'ydı.

Haziranın sonunda çıkmıştık yaylaya, sisli yağmurlu bir hava vardı; şehirde günlük güneşlik dolaşmışken hem de.
Ama hiçbirimiz şikayet etmemiştik, sanki yeşile sis, yağmur ve serin hava yakışıyordu bilemiyorum.

Orada geçirdim bir iki saat bile yetmişti yeşilin bambaşka tonlarının beni sarıp sarmalamasına, tek kelimeyle büyülenmiştim. Sadece iki saatte...



Fotoğraftaki yer Artvin Cerattepe... Hayatımda gitmedim görmedim. Hatta itiraf edeyim, adını bile duyalı bir ay olmamıştır. Artvin deyince Hopa son zamanlarda da Şavşat gelirdi aklıma, bu kadar... Yarına çıkma garantimizin olmadığı şu dünyada 'Ölmeden önce görülmesi gereken yerler' listeme eklediğim ama bir türlü gidemediğim yerlerden biriydi işte benim için düne kadar.



Ama bir gün okudum ki 1 milyon 700 bin ağaç kesilecekmiş orada, ağaç kesmenin hiçbir mantıklı gerekçesi olamaz da, bunun sebebi altın aramak içinmiş... 

Bir yanda ağaç, bir yanda altın... Ağaç yeşil demek, yeşil fotosentez demek, fotosentez oksijen ve oksijen de -her ne kadar bazılarımız hak etmesek de- yaşam demek...

Altın... Para demek, para güç demek, güç hırs demek, hırs yetinememek demek, yetinememek zorbalık demek, zorbalık da başkalarının yaşama hakkını gasp etmek demek... 



Artvinliler yaşamak için direniyor! Gaz yiyor, uykusuz kalıyor, vücudunu siper ediyor, hem de çoluk çocuk genç yaşlı kadın erkek... Neden? Altın için mi? Para için mi? Arsa için mi? Ev için mi?

Yaşam için... Yaşamak için... Kuşları, böcekleri, sincapları, canlıyı, canı yaşatmak için...

Artvin halkı seçimde verdiği oydan, siyasi görüşünden, sosyal statüsünden bağımsız olarak canı pahasına direniyor...

Eskişehirliyim, şehrimle hep gurur duydum özgür, aydın bir kent olduğu için. Artık Artvin'le de gurur duyuyorum ağacı canı pahasına koruduğu için...

Uzaktayım evet ama orada olsam yaşam için gözümü kırpmadan direnirdim...

#DirenArtvin #DirenCerattepe

İlgilenenler için;
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160223_dokuz_soruda_cerattepe


Siz çocuk yaparken ben ne yapıyordum?

$
0
0
Sahi ne yapıyordum? Daha doğrusu ne yapıyorum? 

Son üç yıldır instagram ve facebook zaman tünelim yaşıtım, bir iki yaş büyüğüm/küçüğüm çoğu arkadaşımın söz hazırlığı/sözü, nişan hazırlığı/nişanı, düğün hazırlığı/düğünü, kocişkolarıyla keyifleri, hamile kalması/doğumu ve en nihayetinde dünyaya gelen çocukları ile dolup taşıyor. Yaradan üç yıl önce "Eyyy bekarlar! Evlendiniz evlendiniz, yoksa ebediyen bekar kalacaksınız" dedi de ben o ara yüksek sesli müzikli bir ortamda sarhoş olmakla meşgul olduğumdan duyamadım mı anlamıyorum ama gün geçtikçe fark ediyorum ki 84-87 arası doğanlar olarak bekar olanlarımızın nesli giderek tükeniyor.

Bunun iki açıdan kötü yanı var: Birincisi bir sevgilin yoksa bence artık kasma, muhtemelen kendi yaş grubunda birini bulamayacaksın. Zira üst paragraftaki şu an bebeğini emziren annelerin hepsi olası adayları kaptı. Sana ya 90'lılar diye tabir ettiğimiz şu an üniversiteden yeni mezun olan bebeler kaldı ya da işte ikinci evliliğini yapmak isteyen 35+ abilerimiz. Eğer durum böyleyse her ne kadar atalarımız "kendinden küçük erkekle evlenirsen zengin olursun" deseler de kanma, sen kariyerini sevgilinin üniversite harcını yatırmak için yapmadın. En iyisi 35+ abileri tercih et ki o en azından evini, arabasını almıştır, kredi ödemek yerine dünyayı gezersiniz. Neyse diğer kötü yanına gelirsek etrafınızdaki herkes üreme safhasına geçince giderek evde kalmış damgası yiyorsunuz. Aileniz yapmıyorsa o adı batasıca 'toplum' yapıyor, mahalle bas bas baskı yapıyor. Hele de devam eden düzenli bir ilişkiniz var ve henüz ufukta 'söz hazırlığı' evresine bile geçilmemişse yandın, arkandan 'bu çocuk bu kızı oyalıyor'dan tut da 'bu saatten sonra evlense de çocuk için çok geç, biyolojik saat diye bişe var sonuçta'ya kadar konuşuluyor da konuşuluyor. Hayır evlenmiyorum diye neden birden kısır oluyorum onu da anlamıyorum ama bence sen instagramda 'girls night out' diye paylaştığın fotolara işte o arkadan konuşanlar iki tık yapıp kalp kondurmuyor bilesin!

Sorumuza geri dönersek, etrafımdaki insanlar son üç yıldır mayoz bölünürken ben ne yapıyordum? Ah bu duyduklarınız bazılarını hiç memnun etmeyecek, bazılarını ise 'aman uğraştığı şeylere bak, aleynasu kızım ama aç ağzını, ay ay tabletin üzerine döktün ama mamayı napıcaz' dedirtecek. Her ikisi için de üzgünüm :)

Son üç yılın bir buçuk yılında zumba yaptım, kuduruklar gibi dans ettim, kilo vermek için gittiğim yerde beş kilo aldım ama her anında çok eğlendim. Şahane iki dost edindim, onlarla dolu dolu zaman geçirdim. Her doğumgününü, her yılbaşını, her işçi ya da sabotaj bayramını konsept partilerle kutladım. Kah tekne kiraladık 80'lerin Madonnası oldum, kah süpergirl olup dünyayı kurtardım. Kız kıza tatillere çıktım ve asla unutmayacağım anıları kazıdım hafızama. Sabahlara kadar içtim, dans ettim, üç dört saat uyuyup ertesi gün yine kendimi plajlara attım. Yurtdışına gittim, dört ülkede on farklı şehir gördüm, yepyeni tatlar denedim, bir sürü fotoğraf çektim. 250'ye yakın kitap okudum, binlerce satırın altını çizdim, bir sürü yazı yazdım. Onlarca film, yüzlerce bölüm dizi izledim. Dizi kahramanlarına aşık oldum, onlarla üzüldüm, olanlara sinirlendim. Rihanna, Enrique Iglesias konserlerine gidip sesim kısılana kadar şarkı söyledim. Roma'da ve İspanya'da statta maç izledim. İki yeni dil öğrendim, o diller sayesinde çok güzel insanlar tanıdım. Haftada üç gün spor yaptım, daha sağlıklı beslendim, aldığım kiloları geri verdim. Bir dost kazandım, bir dost kaybettim. Kariyer yaptım, yükseldim. Aşık oldum, çok mutlu oldum, bazen üzüldüm, onunla eğlendim, gezdim, onu çok sevdim. Sonra onu uzaklara gönderdim, skypela yaşamayı, ucuz uçak bileti kovalamayı, uzun vize almanın yollarını dert edindim. 

Siz çocuk yaparken işte ben bunlarla uğraşıyordum! Ve hala hiç bir şey yaşamamışım gibi hissediyorum biliyor musunuz? Şu an bu yazdıklarımı yaşarken aslında başka bir sürü şeyi yapmayı kaçırıyormuşum gibi geliyor. Bir yandan hayatımı yaşarken bir yandan da hayatı kaçırıyormuş gibi hissediyorum.

Geçenlerde 9-6 plaza hayatına veda edip pilot olan ve şu an dünyanın her yerine uçarak ve yaptığı check-inlerle paylaştığı fotoğraflarla beni orta yerimden çatlatan bir arkadaşımla bu konuyu konuşuyorduk. Onun, benim ve bence birçok kişinin yaşadığı bu durum aslında bilimsel olarak bir fobi imiş: Koinophobia - Sıradan bir hayat yaşıyor olma korkusu... Tam olarak bundan korkuyorum sanırım, yukarıda yazdıklarım bana çok sıradan geliyor. Oysa yapılacak çok şey, görülecek çok yer, okunacak çok kitap, izlenecek çok film, biriktirilecek bir sürü anı var! 

Bir yandan ben de sevdiğim insanla bir 'yuva' kurmak istiyorum, tamam mama yedirmek için çok erken ama söz/nişan/düğün üçlemesi az biraz kıpırdatıyor içimi. Ama diğer yandan evlenince kocişko based bir hayat sürmek, kız kıza ya da bekar olmanın verdiği rahatlıkla yapılan aktivitelere veda etmek falan ufff hayır, hazırmışım gibi gelmiyor! (Ama tabii buradan yanlış mesaj vermeyelim şimdi, olası 'teklife' her zaman açığız :D)

Ah be hayat, üzerine hiçbir şey yazmıyormuşum gibi hissettiğim ama geri dönüp baktığımda aslında sayfalarca şeyle doldurduğum defterin acaba bundan sonra nelere gebe... Neler yazıcam, neler silicem oraya! Gittikçe nesli tükenen bekar çağdaşlarım gitgide evli-mutlu-çocuklu olarak timelineımı süslerken ben neler paylaşıcam? Kaçırdığımı düşündüğüm hayatı nerede yakalıcam acaba?


Fırsatın olsa geçmişi değiştirir miydin?

$
0
0


Yeni bir diziye başladım hafta sonu, Stephen King'in romanından uyarlanan, 6 bölümlük mini dizi olarak çekilen ve başrolünde canım James Franco'nun oynadığı 11.22.63 

Ne garip isim demeyin, aslında AA/GG/YYYY şeklinde 22 Kasım 1963'ü yani John F. Kennedy suikastinin yapıldığı günü belirtiyor. Dizinin konusu kısaca şöyle: 2016 yılında yaşayan kahramanımız Jake Andersen'dan babasının arkadaşı Al bir gün 'ufak bir şey' rica ediyor, hayır dükkana iki üç gün göz kulak olmasını değil, geçmişe giderek Kennedy suikastını önlemesini. Bunu da Al'in lokantasındaki dolap içinde geçmişe açılan bir portal aracılığıyla yapmasını söylüyor. Al suikastla ilgili seneler boyunca yaptığı tüm araştırmayı Jake'e veriyor. Jake'in yapması gereken 21 Ekim 1960 yılına gidip orada üç yıl bir ay geçirip suikastı önleyip tekrar günümüze dönmek. Geçmişte üç yıl geçirecek olan Jake için günümüzde yani 2016 sadece 2 dakika geçmiş olacak. Kahramanımız zor da olsa ikna oluyor, geçmişe gidiyor ve macera başlıyor. 

Bir günde dört bölümünü izledim dizinin ve hala geçmişteyiz, Jake suikastı önlemek için harıl harıl çalışıyor. Ben de suikastı önleyebilecek mi ve eğer önlerse bu günümüzü nasıl değiştirecek merakla bekliyorum. Jake'in geçmişte yapacağı bir hamle bugünü nasıl etkileyecek? 

Düşünüyorum da böyle bir şey gerçek olsa, hani gençliğimizin filmi Kelebek Etkisi'nde olduğu gibi geçmişe dönüp bazı şeyleri değiştirebilme gücüm olsa bazı şeylere müdahale eder miydim? Çocukluğumda, gençliğimde, yetişkinliğimde yol ayrımı dediğim noktalarda aldığım kararların tam tersine dönüştürebilme gücüm olsa ne yapardım? O liseye gitmeye diretmesem, üniversite sınavına bir yıl daha hazırlansam, iş için pılımı pırtımı toplayıp İstanbul'a gelmesem, beni belki de bu hayatta gerçekten seven tek insan olan 'o kişiyi' terk etmesem, o gece fasıla gitmesem, o gün iş çıkışı Kanyon'a gitmesem ya da Trabzon'dan bir saat erken dönsem.... Neler değişirdi? Şu an nasıl bir hayatım olurdu? Kiminle ne yapıyor olurdum? Daha mutlu olur muydum ya da daha olgun? Daha az yaram olur muydu mesela ya da daha cesur atar mıydım adımlarımı? 

Bence asıl soru başımdan geçen onca şeye rağmen bugün fırsat verseler yukarıdakilerden birini değiştirmek ister miyim? 'O ana' gidip bambaşka bir karar alır mıyım? Yaşadığım her şey beni şu an olduğum insan yaptığına göre, şu olduğum kişiden vazgeçebilir miyim? 

Bu sorulara tam olarak bir yanıtım yok. Ama inanıyorum ki eninde sonunda neyi seçersek seçelim hayat bizi hep aynı noktaya getiriyor. Defalarca izlediğim 'Sliding Doors' filminde olduğu gibi birçok karar ya da tesadüfler zinciri neticesinde paralel hayatlara ayrılan yaşamımız yol boyunca yaşananlardan bağımsız olarak hep aynı sonuçla sonlanıyor. Yani yine o adama aşık oluyorsun, yine şehir değiştiriyorsun, yine terk ediliyorsun ama tüm kapılar tek bir yere açılıyor: Olman gereken kişiye...

Bilmiyoruz, geçmişte ne yapsaydık nasıl olurdu, neyi yapmasak neler değişirdi hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama öyle ya da böyle yaşadıklarımızla olduğumuz kişiyi inşa ediyoruz. Her acıda, her mutlulukta, her kayıpta, her kazançta birer tuğla daha koyuyoruz yarattığımız benliğimize. Hiçbirimiz dışarıdan malzeme almıyoruz, harcını kendimiz karıyor, ustalığını kendimiz yapıyor, en ince ayrıntısına kadar biz karar veriyoruz. O yüzden olduğumuz kişiyi sevmeme lüksümüz yok bence. Bu hayatta sadece kendimizin oluşturduğu, özünde başka kimsenin müdahalesinin bulunmadığı karakterimizi, benliğimizi reddetmemiz, acımasızca eleştirmemiz çok saçma...

Kung Fu Panda serisini çok severim ben, 2012 yılında ikinci filmi evde izledikten sonra üçüncüsünün 2016 yılında vizyona gireceğini görüp 'dört yıl geçsin de bu sefer sinemada izleriz' dediğimi hatırlıyorum. Aradan dört geçti, pazar gecesi tek başıma üçüncü filmi izledim ve ikinci filmi izlerken sahip olduğum hayat tamamen değişmişti. Ne ben dört yıl önceki bendim artık ne de hayatımdaki diğer şeyler... Baktığınızda ömrümüzde kısa bir süre dört yıl ama kendimiz dahil olmak üzere her şeyi baştan aşağı değiştirebilecek kadar da uzun...

30 yaşına gelmeden önce derken!?

$
0
0


Geçen gün onedio.com’da “30 Yaşına Gelmeden Önce Gezmeniz Gereken 30 Şehir” diye bir liste gördüm. Görmez olaydım! Bir insanın loserlığına bu kadar mı vurgu yapılır? Yaşım 28,5 şurda 30’a kalmış 1,5 sene ve benim gördüğüm şehir sayısı Roma, Barcelona, İstanbul ve haftaya Amsterdam’la birlikte sadece dört… Bir elin parmakları bile değil, dört…

Ay otur vur kafanı taşlara… Kalan 26 ülke nasıl gezilecek bir buçuk yılda? Kiminle gezilecek? Hangi parayla gezilecek? Seyirci jokerimi kullanmak istiyorum Kenan Bey…

Bu arada “30 yaşına gelmeden önce” ile başlayan her cümleye, listeye, tavsiyeye de kılım bu sıralar. Ulan madem böyle listeler vardı elinizde, neden 28 olduğumda çıkardınız sandıktan, 22-23 yaşındayken söyleseydiniz de yedi senede yaya yaya yapsaydık. Şimdi kalmış iki sene, yumurta kapıya dayanmış biri bir yandan ‘30’una kalmadan hayırlı bir kısmet bul evlen’ derken öbürü ‘gez, toz, nerde akşam orda sabah diye takıl’ der. Ortanız yok ortanız. Evleneyim diye uygun aday bulma/ilişki sürdürme/evliliğe ikna etme sürecini mi yürüteyim yoksa 'nerde akşam orda sabah' sürtüklüğüyle günümü gün mü edeyim. Ay lütfen “ikisini birden yapabilirsiniz şekerim” demeyin. “OKOSONO BORDON YOPOBOLORSON ŞIKIRIMM” miş. Hadi ordan! Hiç bile yapamazsın. Bir kere düzenli güzel bir ilişkin varsa öyle alem insanı gibi yaşayamıyorsun. Tamam medeni insanlarız, gez toz eğlen kimse o kadarına ses çıkarmaz ama, sen her gün feneri başka yerde söndür de göreyim bakalım senin o ‘medeni’ sevgilini. ‘Godoş, gavat, öyle böyle’ gibi sıfatlarla çağrılmıyorsa kendisi, senin ‘OY OMO BON OZGOR BO KOZOOOM’ cümlen bitmeden kendini  terk edilmiş bulursun cicim. Tam tersi erkek için de geçerli. İlişkin varsa sorumlulukların da var, havai havai takılamazsın. O yüzden 30’una kadar ya tek tabanca olarak ne bok yiyeceksen yiyeceksin ya da limitler dahilinde yaşayabildiklerine şükredeceksin.

Neyse konumuza dönersek, ben napıcam ya nasıl gezicem o kadar şehri? Düzenli ilişkimin limitleri dahilinde 24 şehir kiminle nasıl keşfedilecek? Tek başıma gitsem diye hevesleniyorum bazen ama Pippa Bacca geliyor aklıma, yol kenarında tecavüze uğrayıp elin yaban memleketinin ormanlık alanında cesedim kurda kuşa yem edilecek diye korkuyorum. Hayır neden dağda bayırda geziyorsun dersen evet saçma, ama ne bileyim tek başına yurt dışına çıkmak denince aklıma gelen senaryo bu oluyor. Hep Amerikan filmlerinin suçu. Yoksa Paris’te Eyfel’e çıkarken, Venedik’te gondolla gezerken pek de canice bir şey gelmez kimsenin başına.

Tek başına seyahate uzak durmamın bir diğer sebebi de fotoğrafımı çekecek kimsenin olmaması. Bilen bilir, ben fotoğraf çekmeyi de çekinmeyi de (tamam, çekinmeyi biraz daha fazla seviyor olabilirim) çok severim, gittiğim yerlerde de ‘anı olsun’ görünen sebebi altında ‘instagram fotoğrafı’ çıkarma sevdasıyla delice fotoğraf çekinirim, yanımdakilere gezmeyi tozmayı zehir bile ederim. Böyle bir insan tek başına bir yere giderse, cidden hayat damarlarından biri kopmaz mı soruyorum size? Ne yani selfie çubuğuyla Sagra da Familia önünde kendi fotoğrafını çeken ezik japon kız gibi mi olayım!! Oh nooo, tecavüz senaryomdan daha tüyler ürpertici bence…

Sözün özü tek başıma biraz zor giderim ben oralara. 1,5 yılda 24 ülke gezecek enerji/para/partner üçlemesiyle de ancak rüyalarda buluşuruz herhalde.

30’uma 1,5 kala kafayı yedim. Yapacak çok şey var ve tren perondan kalkmak üzere gibi bir baskı oluşturdu hayat üzerimde. Ne hayatı be! Siz yaptınız… Kiminiz evlendi, kiminiz doğurdu, mutlu aile tablosuna ince fırça darbeleriyle dokunuşlar yapıyorsunuz; kiminiz de yaldır yaldır geziyorsunuz. Bir yandan o şirin şirin konuşan bebişlerinize özeniyorum, bir yandan da Ibıza’da ettiğiniz danslara iç çekiyorum. Manyak ettiniz beni.

Neyse ki haftaya Amsterdam’a bekarlığa veda partisine gidiyorum, yıl sonuna kadar da listeden bir iki şehir daha silersek, geriye bir yıl kaldığında da THY’ye hostes olarak girer, üç dil bilen seksi hostes olup denizaşırı uçup uçup bir yılda hepinize fark atarım ^.^

30’umdan sonra da “30’unuza gelmeden Sri Lanka’yı mutlaka görmelisin, Chi Chi Adalarında gökkuşağı kokteyli içmeden ölmeyeceksin, Kongo’da epicilimus virüsü kapmadan dönmeyeceksin” diye ahkam keserim :)


Telefonum çalındı!!

$
0
0


Evet doğru okudunuz...

Hani sizi yazılarımla bezdirdiğim İspanya seyahatim sırasında dünyanın parasını vererek aldığım canıııım telefonum perşembe akşamı cebren ve hile ile çantamdan çalındı. İşin kötüsü hırsızla göz göze geldim ama o itiş kakış içerisinde (metroya binerken gerçekleşti de olay) adam metroya binmek için itiyor sandım. İki durak sonra inince de pufff... Telefonum gitmişti.

Nasıl ağladığımı size anlatamam. Hele de ilk birkaç saat -Allah korusun- hayattaki tüm yakınlarını yitirmişçesine hıçkıra hıçkıra ağladım. Almanca kursundaki müdürden çaycıya kadar herkes beni kendime getirmek için seferber oldu. İnsan beyin tutulması yaşıyor tabii ilk etapta. Hele de İstanbul gibi bir yerde tek başına yaşıyorsanız ve telefonunuz sizi sevdiklerinize bağlayan yegane araçsa birden öksüz, yetim ve arafta kalmış gibi hissediyorsunuz.

Acil durum ve kriz yönetimi ekibinde çalışıyor olmamdan mütevellit bana bir şey olması ihtimaline karşın annem, babam, en yakın arkadaşım, sevgilim ve yöneticilerimin numaralarını cüzdanımda bir kağıtta taşıyordum, Allahtan!! Zira hayat kurtardı diyebilirim. Gerçi hüngür hüngür ağlarken annemi aramam pek akıllıca değildi, çok korktu kadıncağız. Sonra sırasıyla sevgilime, arkadaşıma ve yöneticime ulaştım ve çalınan telefonum değil de böbreğimmiş gibi ağlayarak durumu anlattım. Hepsinin söylediği şey tabii ki 'canın sağolsun' Canım sağolsun daa telefon gitti ya :( Parasını geçtim, aşırı bağ kurduğum bir organım hale gelen o pembiş telefonum gitti :( 

Herkes telefonuna sahip çıksın, çantasının fermuarını tam kapatsın, -yöneticimin önerisidir- müzik dinlemeseniz bile metro, metrobüs, otobüs gibi toplu taşımaya bindiğinizde kulaklığınızı telefona takın. Ama tüm bunlara rağmen telefonunuz çalınırsa yapılacakları da kısaca anlatayım (Allahım her bilgiyi de bana verdirtmek zorunda mısın kamuoyuna, KAP gibiyim, köpek ısırılınca yapılacakları da bana anlattırmıştın, senin benimle zorun ne canısı?)

Telefonunuz kaybolur ya da çalınırsa ilk iş operatörünüzü arayıp hattınıza bloke koydurmak. Sonra IMEI numaranızı biliyorsanız (bilmiyorsanız da operatörünüzden isteyebilirsiniz) BTK'nın oluşturduğu ihbar hattı olan 0312 294 94 94'ü arayarak cihazınıza bloke koydurmak. Böylece telefon sizden sonra herhangi birine satılır ve sim kart takılıp açılırsa 'telefonun çalıntı olduğuna dair' bir SMS gönderiliyor ve eğer iyi niyetli bir kişiyse telefonunuz polise teslim ediliyor ve emniyet de size ulaşılıyor falan. Blokelenen cihaz bloke sizin tarafınızdan kaldırılmadığı sürece telefon olarak asla kullanılamıyor. Ha ama IMEI değiştirme denen bir zıkkım varmış, onu falan yaparlarsa bilemem. Hattı ve telefonu blokeledikten sonra kayıp-çalıntı vakasının yaşandığı ilçenin bağlı olduğu adliyeye gidip suç duyurusunda bulunuyorsunuz. Matbu bir dilekçe var, onu doldurup savcıya ifade verip şikayetçi oluyorsunuz. Nasılsa hat ve telefon blokeli diye suç duyurusunda bulunmaktan kaçınmayın, zira telefonunuz herhangi bir suça karışırsa bu suçta sizin parmağınızın olmadığının kanıtı oluyor bu suç duyurusu. Savcı Bey'e ifade verdikten sonra da yasal süreç başlıyor, söylenene göre kamera görüntüleri vs izleniyor, araştırılıyor ama genelde bulunamayarak faili meçhule düşüyormuş dosya. Ha bulunma ihtimali de var tabi, hani ikinci el olarak telefonu alan biri ona giden SMS'ten tırsarsa, polise gidersee... Ölme eşeğim ölme...

İşte tüm bunlarla uğraşmamın ardından üç gündür telefonsuzum. Arafta gibiyim, ne biri arayabiliyor ne de ben birine ulaşabiliyorum. Arkadaşlarımla mailleşiyor, sevgilimle ergen gibi facebooktan yazışıyorum. Zaten en çok da sevgilime ulaşamayacak olmama üzüldüm sanırım, zira uzak mesafe ilişki yaşayanlar bilir, telefon sevdiğine ulaşmak için yegane araçtır. Telefonum gidince bir daha ona hiç ulaşamayacakmışım gibi hissettim, çok üzüldüm. Tamam saçma, zira tabletten bilgisayardan, iş yerinde mailden bittabii haberleşebiliyoruz üç gündür ama ne bileyim ilk etapta beyin tutulmasının etkilerinden biri bu.

Ay bir de Amsterdam'a gitmiştim geçen hafta sonu, tam da olayın gerçekleştiği akşam fotoğrafları bilgisayarıma atmayı düşünüyordum ki heeeeeeepssiiiii uçtuuuu gittiiiiiiiii... Kesin nazar değdi zaten, niye göz koyuyorsunuz ki saadetime? Ne var dört kız Amsterdam'a bekarlığa vedaya gittiysek! Gözü kalanlar yüzünden gitti telefonum :( Amsterdam yazısı yazıyor olmam gerekirken "Telefonunuz çalınınca yapılacaklar"şeklinde kamu spotu yazıyorum! Peh...

Neyse, cana geleceğine mala gelsin diyelim. Artık mecburen yenisini alacağım, ama almadan önce belki bir ihtimal bana döner -sonuçta helal parayla satın alındı- diye bir ay kadar bekleyeceğim. Ne demişler dönerse benimdir dönmezse hiç benim olmamıştır...

Bir Bekarlığa Veda Hikayesi: AMSTERDAM

$
0
0
Caanım telefonum çalınalı bir haftadan fazla oluyor. Hala içim sızım sızım sızlıyor, bana yar olmayan kimseye yar olamasın felsefesiyle her gece yatarken dua ediyorum çalanın elleri kırılsın şeklinde. Bir yandan da yenisini nasıl alırım şeklinde hesap kitaplarla uğraşıyorum ki asıl bu kısmı hiç iyi gitmiyor. Bir hesap yaptım blogumu yaklaşık 600 kişi takip ediyor, instagramdaki takipçi sayım ise 1450 falan. Toplam 2000 kişi deyip yuvarlasak herkes 1 TL veriverse yemin ediyorum bu iş çözülecek. Ne demişler herkes kendi evinin önünü süpürse dünya temizlenmez miydi hani, o hesap 1 liracık ya, üstünü ben tamamlıcam ve yeniden bir telefona kavuşacağım. Hadi bee!

Dilenciliğimi de yapmamın ardından gelelim şahane Amsterdam tatilimize. Telefonumla birlikte orada çektiğim tüm fotoğraflar gitmişti ama sağolsun kızlar whatsapptan elde avuçta ne varsa gönderdiler de yarın bir gün torunlarıma gittiğimi kanıtlayacak kadar fotoğraf toplayabildim. Eee toplar toplamaz da hemen bir post yapıyım, arası soğumasın istedim.

Amsterdam... Güzel şehir, özgür şehir... Kanalları, bisikletleri veee fahişeleriyle akıllarda yer etmiş bence instagram kareciğine en çok yakışan şehir... Daha önce hiç gitmediğim bu şehre en yakın arkadaşımın bekarlığa vedasını yapmak üzere dört kız gittik biz. 'Oooooo' dediğinizi duyar gibiyim, deyin de zaten. Şimdi burada detay vermek istemiyorum, malum bir yandan da bir yuva kuruluyor, yıkılmasını istemeyiz ama neleeer yaptık neler :) Ama ben size kırdığımız cevizlerden ziyade gezimizin tarihi ve turistik kısmını aktaracağım. Ehehe çatlayın da patlayın! (Yalnız çok iyiydi :p)

Şimdi efendim Amsterdam'a cumartesi öğlen saatlerinde vardık ve pazartesi gece döndük, bu demek oluyor ki 2,5 günümüz vardı önümüzde. Bu 2,5 günde dört kişinin birlikte veya ayrı ayrı gezmek istediği yerler üzerine zaman planlaması yapmak tabii ki ekipteki iki Endüstri Mühendisinin mucizesiydi. Biz bile 2,5 güne neredeyse Amsterdam'ın tamamını sığdırdıysak siz iki kişi üç kişi hayli hayli gezersiniz raad olun :)

Gezi bloglarında mekanlarla ilgili çok detaylı tanıtımlar olduğundan ben size küçük bir liste vericem, hani püf noktası derler ya işinize yarar belki.

1 - Amsterdam Schipol Havaalanında indikten sonra havaalanından kalkan trenlerle (tek yön 5,25 €) şehir merkezindeki Central Station'a yirmi dakikada ulaşıyorsunuz.

2- Biz Rokin caddesinde bulunan Rokin Hotel'de kaldık ve özellikle yer olarak harika bir konuma sahipti. Dam Square'e 5 dakika, Red Light'a 2 dakika, Central Station'a ise 10 dakika yürüme mesafesinde olan otelimizin kahvaltısı da dillere destandı, bizden söylemesi :)

3 - Kısıtlı zamanı olanlar için Heineken Experience, Van Gogh Museum, Rijksmuseum ve Vondelpark dörtlüsü birbirine çok yakın. Bu yüzden bunları aynı gün görmeyi seçebilirsiniz. Ben Heineken Experience'ta çok eğlendim, kişibaşı 16 €'ydu ve hiç acımadım diyebilirim. Vondelpark'ı da bisiklet kiralayıp gezin, hem parkın tamamını görmüş olursunuz hem de şehir merkezinde yapamayacağınız bisiklet keyfini parkta yapmış olursunuz.








4 - Red Light Districht çok değişik bir bölge. Gitmeden önce bir sürü yazı okumuştum, ama görünce 'mutlaka görülmesi gereken bir yer' olduğunu anlıyorsunuz. Bir kere içiniz rahat olsun, camlardaki ablalar o kadar da güzel değil. Bazılar götlü göbekli hatta. Tamam eyvallah her kör satıcının bir kör alıcısı vardır ama ablacım madem ekmeğini vücudundan kazanıyorsun az bak kendine ya! Hayır bu erkeklerde bir garip anacım, 49 kilo olup fit bir vücuda sahip olmana rağmen karnında minicik bir fazlalık gördü mü hemen bize lafı çakarlar (umarım taş yerine gitmiştir :p), orada vitrinde 95 kilo duran ablaya ağzının suyunu akıtarak bakarlar. Valla bir çıkarım o vitrine, alem hatun görür ha!! Neyse Red Light'a gidin özellikle, ablaları izleyin ama dükkanın önünü kapatmayın, kızıyorlar.


5 - Seks tiyatrosuna gidin, ama valla gidin. O kadar ilginç bir deneyimdi ki biz çok eğlendik. Detay vermiyciim ama zenci diyorum, tiyatro diyorum, ablalar abiler diyorum. Öyle işte. Kişi başı 37 € verdik ve show bir buçuk saate yakın sürdü. Bak buna verdiğimiz paraya da hiç acımadık. Siz de acımazsınız. (Beni abaza ilan edip 'vurun kahpeye' diyecek kesim için de sorry cicişlerim ya, siz hayatta çok şey kaçırıyorsunuz)

6 - Anne Frank'in Evi Amsterdam'da çok merak ettiğim yerlerden biriydi. Kitabı okuduğumda küçük Anne'in hikayesinden çok etkilenmiştim, ki evi görünce taşlar yerine daha bir oturdu. Yalnız müzeyle ilgili ufak bir detay, internet biletleri kısıtlı sayıda açılıyor o yüzden en az bir hafta önceden almanız gerekiyor, biz üç gün önce baktığımızda bulamamıştık bilet. Mecburen Madame Tussouds'u gezmeyecek iki kişiyi evi bir tur dolanan kuyruğa dikip biz de o arada gelin hanımla Madame Tussouds müzesini gezdik. Demem o ki ya biletinizi erkenden ve online alın ya da sonsuza dek sıra bekleyin.


7 - Madame Tussouds'nun Londra versiyonunu görmediğimden Amsterdam versiyonunda çok eğlendim. Nasıl yapmışlar ya kanlı canlı gibiydi mübarekler :)





8 - Hollanda yel değirmenleriyle ünlü bir ülke. Amsterdam'ın biraz dışında bulunan Zaance Schans'da da çok güzel yel değirmenleri bulunuyor. Vakit olursa bence gidilmeli görülmeli. Nasıl gideriz derseniz de Central Station'ın arkasında yer alan E platformundan kalkan E391 nolu otobüse biniyorsunuz 40 dk sonra Zaance Schans'tasınız. Yalnız sabah saatlerinde gidin, öğlen tur otobüsleriyle6 gelen +60 teyzeler ve amcalar dolduruyor, bir tane güzel foto çekemezsiniz benden söylemesi...


9 - Ayy yetti taş toprak bize azıcık yemelik içmelik şeylerden bahset derseniz de hemen efendim derim. Şimdi biliyorsunuz patates kızartması buranın milli yiyeceği ki biz dört kızı patates kızartması dolu havuza atsalar 'ay her yerim yağ oldu' demek yerine 'üzerimize azıcık tuz ekin biraz da ketçap mayonez dökün' diyeceğimizden her fırsatta kendimizi patatesçide bulduk diyebiliriz. Bunlardan en meşhuru Manneken Pis, Central Station'a giderken solunuzda kalıyor. Yiyin yedirin. Gelelim pancake'e... Allahım o pancakeler, o nutellalı meyveli krepler, wafflelar... Yazarken bile ağzım sulandı. Bu dükkanlardan da her bir yerde var ama Anne Frank'in evini arkanıza suyu da solunuza alıp biraz yürüyünce sağınızda kalan Pancake! Bakery bunların en en iyisi. Hem tuzlu hem tatlı pancake seçenekleri var ama porsiyonlar öksüz doyuran, bizim gibi sıfır beden hatunlarsanız yarımşar porsiyon yiyin efendim (DÖRT TAM PORSİYON YEDİLER :))





10 - Ottur, space cake'tir, mantardır keyfiniz bilir. Biz space kek yedik, bildiğiniz cupcake. Ama her bünyede etkisi farklı oluyor bunların, o yüzden yapacaksanız da birileri mutlaka ayık kalsın e mi canlarım? 

İşte böyleeee! Şahane bir bekarlığa vedaya imza atıp geri döndük. Ayrıca görülecek şehirler listeme de bir tik atmış oldum. Kız kıza seyahat çok eğlenceli bir şey, hele de en yakınlarınla çıktıysan. Hele de wifi falan hiç yoksa :D Neyse çok da ş'aapmadık zaten ya :p 

Sırada yeni bekarlığa veda planları var. Şahsen ben Ibiza'da yapıcam kendiminkini. Tabii önce teknik bazı bir iki detay var çözülmesi gereken, onlar olsun sonra inşallah. Ay olmazsa da nolcak ben yine de gider vedamı ederim, sonra da bekarlığa döner beni affet sana veda edemiyorum der iki ağlar gönlünü alırım :)











Tükenmişlik Sendromu Mode On

$
0
0


Çok canım sıkkın bu aralar... Hatta can sıkkınlığı az kalır, mutsuzum... 
(Gerçi inanırlığımı yitiriyorum üç ayda bir canım sıkkın postu yaptığım için)
Sanki telefonum çalınmış ve elimden tüm özel hayatım alınmış gibi hissediyorum diyeceğim ama zaten telefonum çalındı ve elimden tüm özel hayatım alındı, o sebeple bu tanımlama bile az kalıyor.

Canım hiçbir şey yapmak istemiyor, özellikle geleceğe dair planlarımla ilgili bir tuğla daha koyasım gelmiyor. 
Hürrem Sultan gibi tükenmişlik sendromu yaşadığım kanaatindeyim, ama onun yaptığı başını alıp gitme kısmını yapamadığımdan tükenmişliğimle başbaşa çekirdek çitliyoruz evde. 

Ben ki bu yaşıma kadar kafasına koyduğunu eninde sonunda bir şekilde yapan bir insan olarak, dış etkenlerden dolayı kafama koyduğum şeyi de indiresim geliyor. Zira ne yaparsam yapayım bir arpa boyu yol gidemiyorum.

Güzel bir şeyler olsun istiyorum mesela. Olmuyor. Olmadığı gibi bir sürü de kötü şeyi üst üste yaşıyorum. Bu noktada size bir uyarı yapmak istiyorum: Gözünüzü seveyim, "ama bak sağlığın yerinde" demeyin, çünkü değil. Bir de o tür şeylerle uğraşıyorum. Verdiğim kanlarla vampir sürüsünü doyururdum öyle diyeyim size. Tamam çok şükür, ciddi derecede bir rahatsızlık değil yaşadıklarım ama 28 yaşında bir insanda da 300'e ulaşmış kolesterol olmasın, midesi delinecek kadar bakteri dolmasın di mi? Yok!

İsyan etmiyorum. Bak tanıyosunuz beni az çok, halime binlerce şükür. Ama şu da var ki bir şeyler de biraz daha yolunda gitsin, hayat artık beni daha az yorsun istiyorum. Dertsiz insan yok eyvallah, herkesin büyük küçük derdi var, biliyorum. Ama bazen Allahın yüksek lisans tezi olarak beni ve yaşamımı konu aldığını düşünüyorum. Hatta eminim kafasından da böyle geçiriyordur:

"Tüm parametreleri değiştirerek deneğimizin nasıl tepki vereceğini izleyelim? Hmmm, şimdi sevgilisini gönderelim uzağa. Eveeet baya bir etkilendi. Ay dur köpek ısırsın. Peki terk edilse nasıl tepki verecek? Ooo sonuçlar ilginç... Telefonu çalınsın. Çok ağladı, salak... Şimdi de gelecek planlarını suya düşürelim. Yine ağladı... Sürekli ağlıyor."

falan diye notlar alıyor bence. Ay yeminle kandil günü çarpılacağım, hiçbiriniz de uyarmıyorsunuz. Allahım, kulunum neticede, dene tabii nolcak...

Saçmalamanın dibine vuruyorum. Dedim ya içimden bir şey gelmiyor diye, tek istediğim dizi izleyip uyumak. Bence işyerlerinde bu gibi durumlar için ücretli izin çeşidi olmalı. Eve gidip pijamam ve battaniyemle üstüme kırıklanan bisküvi parçaları, dökülen dondurma damlalarıyla sezonlarca dizi izleyip arada ağlayıp uyusam mesela. Amaaa work bitch...

Dün facebookta bu ruh halimi yazdım azıcık, yorumların ortak paydası 'her şey güzel olacak'

Ama nedense bu sefer içimde o umut yok, önümü göremiyorum. Karanlık içim ve zihnim. O pozitif, güzel günlerin geleceğine inanan Pollyanna'nın helvasını kavuruyorum.

Yine de kişinin kendisiyle çelişmesinin kitabını yazan bir insan olarak bugün Miraç Kandili, açılan eller geri çevrilmez diyerek istemeye de devam edeceğim. Belki bu sefer deneğinin tepkisini istediğini vererek ölçer, belli mi olur :)

Hayırlı kandiller...

Detoks Yılı

$
0
0


Bakın canımslar beni kaç yıldır okuyorsunuz ve biliyorsunuz ki tek sayı ile biten yıllarda hayatımda güzel gelişmeler olurken çift sayı ile biten yıllarda burnum hep boka batıyor. Ve bilin bakalım bu yıl neyle bitiyor? Bildiniz: çift sayı…

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir hesabı bu sefer 2015’in sonlarında hissettirmişti zaten 2016’nın çok zor bir yıl olacağını. Tabii ki yanılmadık. Kasım ayından beri başıma gelenleri dizi senaryosu yapsalar Game of Thrones’tan fazla izlenir olur, Bihter Ziyagil’i unuttururdum sizlere ama yapımcılar kaybettiler, benim hayatımın saçmalıklarına da sadece yakınımdakiler şahit oldu.

Ünlü Türk düşünürü Serdar Ortaç’ın bir menkıbesinde söylediği üzere “Hayat beni neden yoruyosun?” diye isyan ede ede ağlamalarımı mı sayayım, kesemin dibine yaklaştığım anları mı sayayım, savcılıkta ifade verip koskoca savcıyı canından bezdirmemi mi anlatayım, yoksa en yakınım dediğim dostlarımdan yediğim kazığın ölçüsünü mü vereyim! Bakın sevgilimin gurbet ellere yerleşerek beni hayali Helgalarla zihinsel kavgalara atması, kavuşamama senaryoları yazarak Oscar aldırması, asker yolu bekler gibi şafak saydırmasını söylemedim bile…

Neyse efendim, tabii sevgili takipçilerim bunların ve buraya yazamadığım bir yığın olumsuz ve karamsar gerçeğin farkında olmadıklarından hayatımı çok renkli olarak görüyorlarmış. Tamam itirazım yok, bok sarısı da yeni dönem hardal sarısı olarak renk skalamızda yer alıyor ama millet beni “disko disko partizani” diye nerde akşam orda sabah takılıyorum sanıyormuş. Evet son altı ay içinde önce İspanya’ya sonra Almanya’ya sonra Hollanda’ya gitmiş, Türkiye’de de bir sürü konsept doğum günü partisi düzenlemiş olabilirim ama bu renkli bir hayatım olduğunu göstermiyor. Mesela Yeşilçam konseptli partimizin sadece 6 saat öncesinde sağlık sıkıntılarım yüzünden ünite ünite kan verdiğimi, halsizlikten kolumu kaldıramadığımı bilmiyorsunuz. Almanya’dan dönerken, sevgilimden ayrılırken bütün seyahat boyunca ağladığımdan da haberiniz yok. Amsterdam’dan döndükten sadece bir hafta sonra yepisyeni telefonumun çalındığını biliyorsunuz onu da ben söyledim diye :p

Sözün özü, her şey toz pembe değil be canımslar. Ben son dokuz ayda önce en yakın dostumu kaybettim, nedensiz yere bambaşka bir insana dönüştü ve tüm ilişkimiz koptu gitti. Kardeşim dediğim insan el oluverdi minicik bir zaman diliminde. O kaybı atlatamadan sevgilim gitti. Tam her şey yoluna girdi demişken hayatım bir kez daha alaşağı oldu. -Derme çatma da olsa yeniden  inşa ettiğim dünyam yine yıkıldı. Ummadığım insanlardan ummadığım şeyler duydum, ummadığım şeylere maruz kaldım. Geceleri tek başıma ağlarken tek renk siyahtı.

2016 hayatımdaki en değişik yıllardan beri. İlk defa bu yılın sonunda nasıl bir hayatım olacak, nerede olacağım bilmiyorum. Belki bugünkü koşullarla aynı olur her şey, belki de dünyanın bambaşka bir yerinde kendime yeni bir hayat kuruyor olurum. Belki de hayatta bile olmam bilemeyiz sanki hiç göçmeyecekmiş gibi yaşıyoruz ya küstahça. Belki çok mutlu olurum belki de yine mi be diye ağlarım. Bilmiyorum. Ve inanın belirsizliğin rengi gökyüzü mavisi değil…

Bu yıl detoks yılı… Beni üzen, kıran kim varsa ve ne varsa çıkarıyorum hayatımdan. Çıkaramıyorsam da amiyane tabirle “iplememeyi” öğretiyorum kendime. Kendimle övünmek değil amacım ama ben ince düşünceli bir insanım, kimsenin kalbini kırmamaya, sevdiklerimi mutlu etmeye önem veririm. Ama hep veren taraf olmak bu yıl bunca yükümün arasında artık zor geliyor. Ben düşünceli davranmama rağmen benim hayatımı önemsemeyen, bir mesajı bile esirgeyen, hep isteyen hiç vermeyen insanların hayatımdaki yeri fiziken devam etse bile kafa olarak sonlanmış durumda. Çünkü artık yoruldum. Kelin kendine sürmeye bile merhemi yok!

Öte yandan öyle insanlar var ki en yakınlarım bile “noldu” diye sormazken canımın sıkkınlığını görüp kayıtsız kalmayan, mesajla ya da basit bir instagram yorumuyla yanımda olduklarını hissettiren. Bu hayatta güzel insanlar da çok ve benim de etrafımda varlarmış, ne mutlu bana.

Kendimi manevi olarak rahatlatmaya, ruhuma su serpmeye çalıştığım şu günlerde Şems’in en sevdiğim sözüyle bitireyim yazımı: “Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye korkma. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden güzel olmadığını!”


Rengarenk kalın…
Viewing all 111 articles
Browse latest View live