Quantcast
Channel: Gezgin Kız - Traveler Lady
Viewing all 111 articles
Browse latest View live

Falcı Bacılar ve Kahve Falları

$
0
0
Şu sıralar hayatım o kadar karışık ve belirsiz ki son günlerde kendimi fallara vermiş durumdayım. Normalde migren hastasıyım, öyle kahve falan içemem yani. Ayrıca sevmem de Türk kahvesini. Çok acı geliyor, içerken midem o kadar bulanıyor ki yeminle ucunda falcı bacıya gönderilecek fal olmasa hayatta aklıma gelmez ‘ay bir keyif kahvesi içeyim’ diye bir düşünce. Ben çay insanıyım, ama onun da falına bakan bi uygulama yok henüz. Neyse ne diyorduk, hayat karışık ve belirsiz. Öyle ki bir gün içinde birbirinin zıttı olan bir sürü karar verip sonra cayabiliyorum. “Ay aman olmazsa olmasın canından kıymetli mi yaşar gidersin burada” dememden on dakika sonra “ben napıcam burda tek başıma. Gideceğim banane” diye yaygara yapıyorum. “Almanca’dan nefret ediyorum, öğrenemiyorum da zaten girmiyor kafama” diye zırlamamın peşine “B1 sınavına girip sertifika alayım da hazır olsun” diye salakça arayışlarda buluyorum kendimi. Yani bu dönem saçımı pembeye de boyatabilirim, tesettüre de girebilirim, tasımı tarağımı toplayıp yurt dışına taşınabileceğim gibi, ne varsa memlekette var deyip Eskişehir’e de dönebilirim. Kendi ipimle ben bile kuyuya inmem öyle karanlık kuyunun dibi.

Hal böyle olunca dedim ya kendimi fallara vermiş durumdayım. Fal bakan ne kadar uygulama varsa indirdim, iki günde bir o zıkkım Türk kahvesini içip bilimum ablalara gönderiyorum. Hayatımda hiç falcılığı profesyonel meslek edinmiş birine fal baktırmadım. Zira genelde profesyonel bakanlar bir şekilde bence tutturuyorlar, yeter sayıda örnekten duyduklarımla bu bilgiyi teyit ettiğim için kendimle ilgili şeyleri duymaya korkuyorum ben. Hayır şimdi abla atış serbest diye bir şey söyler, ben düşünce gücümle olmayacak şeyi oldururum, sonra da bir ömür kendimi suçlarım. Zaten kendimi suçlama üzerine tez yazarım, öyle bir karakterim, bir de bu yükü taşıyamam diyerek uğramam falcılara. Ha ben böyleyken annemle kardeşim Eskişehir’de bir falcıya dadandılar, her hafta sonu gidiyorlar, öyle ki kıza verdikleri parayla aylık geçimini sağlıyordur bence hatun. Tamam bir kere gittiniz, eyvallah baya da yerinde tahminler yaptı ama aynı kıza sekiz hafta üst üste gittiğinizde artık o fal olmuyor. Aileden biri gibi “abla senin kızının böyle bir dileği var gerçekleşecek, bir uçak görüyorum, valla gidecek” dediği zaman benim gözümde uygulamadaki Derya Abla’dan daha az değeri oluyor, bilesiniz.

Falcı Bacı var hani, application dünyasında kimsecikler yokken kırmızı eşarbı ve İzzet Altınmeşe beniyle ilk o bakmaya başladı fallarımıza. Canım… Falcı bacıya inanın a dostlar… O biliyor, cidden biliyor. Zira hani benim telefonum çalındı ya (evet bu yazımda da bu duruma değindiğime göre yeterince bokunu çıkarmışım demektir J) hah o olaydan bir iki hafta önce kendisine gönderdiğim dört fincandan üçüne “Yakın zamanda polise ya da savcılığa işin düşecek, canın sıkılacak, üzüleceksin” dedi, ben de Allah var hiç inanmadım. Aradan üç beş gün geçtikten sonra savcının karşısında ağlayarak ifade verirken falcı bacı bana kıs kıs gülüyordu eminim. Demem o ki falcı bacıya inanın. Ha kendisi yıllardır “üç vakte kadar bir hediye alıyorsun, bir yüzük görüyorum, muradına ereceksin” de diyor, nedense bunlar hiç gerçekleşmiyor ama olsun en azından kötü bir şey söylüyorsa inanın derim.


Bir de Derya Abla var, o yeni çıkmış, zannımca falcı bacımızdan daha genç olan bu ablamız daha senli benli yazıyor yorumlarını. Daha bugün kendisine gönderdiğim fincana “ay bu ne ya şeytan çıktı falında” yazarak adeta kendimi gün ortamında hissetmemi sağlamış bulunuyor. Hoş sohbet Derya Ablamız biraz da sivri dilli, yine bugünkü falımda “Sevgilinin başını fazla şişiriyorsun. Tavırlarına biraz daha dikkat etmelisin” dedi. Ben? Başını şişiriyorum? Hadi ordan! Bir kere ben kimsenin başını şişirmem, keşke şişirsem ama maalesef huyum kurusun ne edersem kendime ederim, o yüzden daha 28’imde kronik, mide-migren-astım hastasıyım, kolesterolüm çok yüksek, on yıl sonra tık gidebilirim o derece. Kafa şişiriyormuşum! Ensesine vur lokmasına al bir insanım yahu, adam tasını tarağını topladı ülke değiştirdi, gık demedim hanım sen ne diyorsun! Tamam azıcık trip atıyor olabilirim, hatta yakın arkadaşlarım da dahil ‘tribal’ diye dalga geçiyor olabilir ama valla billa herkesin yaptığı kadar yapıyorum. Azıcık ilgi istemek, azıcık naz yapmak kafa şişirmek kategorisine girmemeli Derya Hanım!!!


Evet Derya Ablaya da tribimi attığıma göre kendimle çeliştiğim bir yazıma daha son vereyim yavaştan. Hayatımı falcı ablaların – yani üç beş kodla yazılan uygulamaların – söylediği şeylere endeksledim şu aralar. Kısmetin var, beklediğin haberi alıyorsun, sana beyaz bir kağıt geliyor, yaşça büyük biri yardım edecek dileğin olacak, devlet dairesine işin düşecek, sevdiğinle olan aşkınız her geçen gün büyüyecek gibi birer cümlecik umut kırıntılarına bağlı neşem de hüznüm de...


Üstgeçitteki Burger King

$
0
0
İnsan küçük şeylerle mutlu olabilmeli değil mi? Zira son on yılda sosyal dünyada kendimize ve birbirimize pompaladığımız yegane mesaj hep bunun üzerine. Kuşun kanat çırpmasından tutun da, metrobüste oturacak yer bulmaya kadar ufacık şeylerden mutlu olabilmeliyiz aslında. Peki ne kadar yapabiliyoruz bunu? Becerebiliyor muyuz gerçekten meyveli dondurma yerken şükredebilmeyi, pasparlak bir havada gözlerimizi kısıp güneşe bakarken gülümsemeyi?

Sanırım ben eskiden daha çok yapıyordum bunu, evime her gün girdiğimde derin bir ohh çekiyordum falan. Ama son altı aydır yaşadığım heves kırıcı olaylardan dolayı kırılgan hissediyorum ve ufak kıvılcımlar mutluluğumu alevlendirmeye yetmiyor gibi. Mutsuz, ağlak ve huysuz bir insan olup çıktım sanki. 2016’yı şu an bulunduğum koşullarda tamamlamak istemiyorum diye hedef koymuştum kendime, bitime altı ay kala hedefime yaklaşamamış, bir arpa boyu bile yol gidememişim gibi geliyor. Ot gibi yaşıyorum ruhen, zira bedenen oradan oraya uçan amaçsız kör sinek gibiyim, hani yakalasan yakalayamazsın sinir bozucu bir şekilde uçarlar ya, ben de öyle saf saf koşuşturuyorum oradan oraya.

Ay topu topu iki paragraf yazdım, yemin ederim ben kendimden soğudum  siz bana nasıl tahammül ediyorsunuz şaşırıyorum. Mesela ben sevgilimin sabrına hayranım, bazen öyle olumsuz, dünya başıma yıkılmış modunda oluyorum ki, adam buna rağmen yılmadan benimle konuşuyor. Arkadaşlarımı hiç söylemiyorum zaten, her gün aynı mızmızlıklarımı bıkmadan dinliyor garibimler ya, haklarını ödeyemem. Gerçi gelin çiçeğini bana atmayan adını vermeyeceğim yakın arkadaşımla gayet ödeştik sayabilirim >.< O kadar da ayarlamıştık koordinatları, gitti kime attı yaaa!!!

Neyse yine de küçük şeylerle mutlu olabilme konusunda hala umudum var. Hemen size içinizi ısıtacak bir hikaye anlatayım:

8 yıl önceydi, Tüyap’taki bilişim kongresi için İstanbul’a geldim, 11 yaşımdaki Topkapı-Sultanahmet ve Tatilya üçlemeli okul gezisinden sonra hayatımdaki ilk ‘büyük insan’ gelişim. Otobüsteyiz, Sapanca yolu üzerindeki üstgeçit McDonalds’ı görüyorum ve adeta büyüleniyorum ama maalesef otobüsle olduğumuz için uğrayamıyoruz. 20 yaşındaki tıfıl kız için ölmeden önce yapılacak şeyler listesine giriveriyor o üstgeçidin içinde olup alttan gelip giden arabaları izlemek… Bir yıl sonra İstanbul’da çalışmaya başlıyorum ve o zamandan bu yana o yolu defalarca kullanıyorum. Ama maalesef yine otobüsleyim ve yine uzaktan bakıyorum hayallerimin üstgeçitine.

Gel zaman git zaman aradan öyle uzun zaman geçiyor ki mekan el değiştirip Burger King oluyor. Aman olsun ne fark eder pavyon bile olsa ben oraya girip bi’tek atmalıyım öyle bir yer yani bana göre. Sonra bir gün bir arkadaşımla hem de özel araçla Abant’a gidiyoruz, dönüşte de bu hazin hikayemi dinleyen arkadaşımla uğramaya niyetleniyoruz, ancaaak maalesef yanlış yerden İstanbul yoluna çıkınca bir kez daha hayallerim suya düşüyor.

 
Olmayacak derken, vazgeçmek üzereyken, orayı uzaktan sevmek aşkların en güzeli derken geçen Cuma günü, Ankara’dan dönerken bu hayalim gerçekleşiyor, sevgilim sağolsun anlattığım bu hikayeden çok etkilenerek (biraz da “ye de sus be kadın” diye düşünerek) üstgeçit Burger’da duruyor veeee beni o yarım saat için dünyanın en mutlu insanı yapıyor.



O hamburger sanırım yediğim en lezzetli Burger King hamburgeriydi. Suratımda öyle salak bir mutluluk vardı ki adam içinden “kimisi boğazda yemeğe bile burun kıvırır, bizimki üstgeçit köşelerinde mutluluktan uçuyor” demiştir eminim. Ay ama bak şu an bile o anı yaşadığıma bir kez daha mutlu oluyorum. Lacivert’te yemek de neymiş!


İşte size küçük şey ve bundan delicesine mutlu olan bir kızın hikayesi. Ama bu kız bir yandan da koca bir denizde bir sürü sorunla baş etmeye çalışıp, umutsuzluk denizinde sürükleniyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu di mi? Teraziyim ya, denge (!) benim göbek adım.


PS: Bir kez daha bana bu mutluluğu yaşattığın için teşekkür ederim sevgilim. Ich liebe dich <3

PS 2: Fotoda da kendimle çelişiyorum, pek bi cool çıkmışım :p

Bezdim vallahi bezdim...

$
0
0


Son zamanlarda öylesine depresif bir ruh hali içindeyim ki selamlaşmak için “naber, nasılsın” diye soranlara formaliteden olsa bile “iyiyim” diyemiyorum. “Kötüyüm, baya mutsuzum” diye cevap verince karşıdaki de bir afallıyor, sorduğuna soracağına pişman olup sessizce uzaklaşıyor yanımdan.

Öyle dram modundayım ki Karagül diye saçma bir dizi var, orada paso ağlayan bir ergen delikanlı var, aynı onun gibiyim. Diziyi izlemiyorum ama sanırım üç ay önce gittiğim bir ev oturmasında ev sahipleri izlediği için benim de gözüm takılmıştı, çocuk bi mezarın başında ağlıyordu. Sordum, Özcan Deniz babasıymış ama çocuk babası olduğunu bilmeden büyümüş, tam öğrenmiş babasına kavuşacak derken Özcan Deniz ölmüş. Ama bu arada Özcan Deniz’in dizideki ikinci ölümüymüş, birincisinde öldü sanmışlar ama ortadan kaybolmuşmuş (ki bu arada Özcan Deniz gidip bir başka dizide oynamış) tabii herkes adam öldü sanıp hayatına devam etmiş. Sonra Özcan dönmüş, herkeste bi sevinç bi mutluluk. Bir iki bölüm takıldıktan sonra bu sefer sahiden ölmüş. Çocuk da mezarı başında ‘geç buldum tez kaybettim’ diye ağlıyordu. Neyse aradan üç ay geçti, geçen günlerde yine aynı eve ev oturmasına gittim, Karagül günü, yemin ederim çocuk yine mezar başında ağlıyordu. Üç ay ya, 12 bölüm geçmiş aradan adam hala bıraktığım yerde duruyor. Bu sefer de anası ölmüş. Dedim ne bitmez çilesi varmış çocuğun. Bir yandan da cenabetlik çocukta mı diye de düşünmeden edemedim ya neyse.

İşte ben de bu çocuk gibi senaristin gazabına uğradım sanırım. Hiç mi güzel bir gelişme olmaz hayatımda ya! Neye elimi atsam elimde kalıyor. Senelerce ne çilem varmış, çek çek uğraş uğraş bitmedi. Başrol oyuncusu olarak bir benim bir de Arka Sokaklar ekibinin başına dünya kadar olay geliyor. Günün birinde pes edicem, bu dünyadan Hodor gibi göçüp efsane olucam az kaldı.

Mutsuzluk öyle darlıyor ki içimi ota boka ağlıyorum artık. Bir insan bulaşık makinesini boşaltırken elinden kaşık düştü diye ağlar mı? Ya da bakın bu daha absürd, kursta almanca cümle kuramadı diye gözleri dolup sınıfa trip atar mı? Ben yapıyorum. Yaptıkça kendime daha çok sinir oluyorum böyle mızmız bir insana dönüştüm diye.

Öfke… Her şeye öfkeleniyorum, bana yardım etmeyenlere, hislerimi hafife alanlara, “sabret muradına ereceksin, olacak elbet” diyenlere, bu kadar zor olduğu için Almanca’ya, uzaklara gitti diye sevgilime ama en çok da kendime öfkeleniyorum. Her şeyi kendi başıma ben açıyorum en nihayetinde. Hiç kimsenin bu durumda suçu yok ve bundan dolayı hıncımı en fazla kendimden çıkarıyorum, kendi canımı en çok kendim yakıyorum.

“Döndüm kıbleye doğru açtım ellerimi, yalvardım allahıma duysun diye beniii” diye İbo şarkıları söylüyorum evde. Hayır sesim de kötü, çevreye de birazcık rahatsızlık veriyorum ama napıyım, canımız sıkkın “ben her geceee sarhoşum derdimdeeen böyleeee, aşk yolundaaa berduşum kaderim böyleee” diye iki tek atıp efkarlanamıcaz mı canım aaa!!!

Çok şey değil, ufacık bir işaret istiyorum, geleceğin güzel olacağına dair minik bir işaret. Kapkaranlık iç dünyamı aydınlatacak bir mum ışığı. Şımarık bir insan değilim, “küçük şeyler illa ki oluyordur, sen görmeyi bilmiyorsun” demeyin gözünüzü seveyim, olsa benim gibi bir insan bu kadar olumsuz olur mu, her gece “çok mutsuzum” diye ağlar mı. Yok! Beni gelecek için umutlandıracak hiçbir şey yok! Olmuyor ve olacağı da yok.

Artık “eninde sonunda olacak” cümlesini duymaktan, “sen inan, inanırsan olur” klişelerinden de bıktım. Yeterince beklersen her şey olur tabi, ama evrenin ‘yeterince’si üç yıl mı beş yıl mı kim bilecek… Ben inanırsam olurmuş. Ulan inanmayı bırak ben kafa olarak artık burada yaşamıyorum, inanması mı kalmış. Hani? Bir bok olduğu yok işte. Myth busted canımslar.


Valla billa kendi hayatımdan o kadar bezdim ki, Arka Sokaklar dizisine geçicem. Bak Hüsnü Çoban öldü sandık, bir yoğun bakım sahnesi, iki elektroşok, bir doz epinefrinle adamı beş çocuğuna, Suat yengemize bağışladılar. Senarist dediğin böyle olur arkadaş, benimki Bihter Ziyagil gibi sıktıracak iki göğsümün arasına! Olmaz ki böyle…

Ramazan Ayı Klişeleri

$
0
0

Evet yine bir koca yıl geçti ve bir Ramazan ayına daha merhaba dedik. Nefsimizi açlıkla terbiye ettiğimiz, yemenin, içmenin, sahip olduklarımızın kıymetini anlamamızı sağlayan en güzel ibadetlerden biri bence oruç tutmak. İstanbul’da bir başıma iftar yapmak ve sahura kalkmak tatsız olsa da tutmaya çalışıyorum ben de. Hadi haftada üç akşam kursa gittiğim için ıvır zıvırla açıyorum orucumu, iftarı bir şekilde geçiştiriyorum yani ama gecenin karanlığında tek başına sahur yapmak Samanyolu TV’nin duygu sömürüsü dizilerine konu olur ve inanılmaz reyting alır yemin ediyorum. Bir kere zaten gece on ikide uyumuş bünye, iki buçukta tekrar kalkıyor uykudan. İtiraf ediyorum uykum kaçmasın diye yüzümü yıkamıyorum, çapaklı gözlerimle çayımı demliyorum, yumurtamı haşlıyorum falan, sonra da Nihat Hatipoğlu Beyciğimin Sahabeyle okey çevirmişçesine kendinden emin anlattığı hikayeleri dinleyerek yemeğimi yiyorum.

Maşallah günler de çok uzun, hayır bir kere ramazan ayında ilerledikçe iftar saatinin ileri gittiği bir dönem içerisindeyiz. Ramazan’ın birinci günü 20:41’de açtığın orucu, on beşinci günü 20:48’de açıyorsun. Beş saat sonra da sahur zaten. Midem bu kadar kısa aralıklarla tıka basa doymaya alışık değil bi kere, ne oluyor diyor garibim. Daha acıkmadan bir dünya yiyorum yine. Bir de su içme olayı var ki yemin ediyorum 19 litrelik erikli damacanası gibi hissediyorum sahurda kendimi. Neyse Allah benimkini ve herkesinkini kabul etsin inşallah.

Bugünkü asıl konumuz ramazan ayı klişeleri…Eminim hepinizin seneler içerisinde dikkatini çekmiştir, ramazanın başlamasıyla televizyonda her yıl birbirinin aynı haberlere, reklamlara maruz kalıyoruz. Acaba yemek yemediğimiz için salaklaştığımızı düşünüp mü böyle yapıyor medya dünyası? Azıcık kendinizi geliştirin arkadaş, zaten 30 gün ve konsept belli. Yılın geri kalan 11 ayı yeterince düşünecek vaktiniz var bence. Şu an açım ya sinirlendim, neyse dönelim konumuza ve gelelim klişelere…

Güllaç tarifi – Genellikle ramazanın ilk günündeki haber bültenlerinin vazgeçilmezidir. Hijyenik bir müessese mutfağında tombulcana bir usta tarafından aşama aşama anlatılır, yufka yaprakları söyle ıslatılır, nar böyle serpiştirilir diye tarifi verilir. Hayatımda hiç güllaç yemedim ancak tarifini bu haberler sayesinde ezbere biliyorum.

Eyüp Sultan Camii’nde iftar – Bu da ramazanın ilk gününün vazgeçilmez haberidir. Haber bültenleri camiinin bahçesinden canlı yayın yapar, iftar için elinde sirke ve küp şekerle bekleşen din kardeşlerimizi gösterir, bir iki tane teyzeye mikrofon tutar, görev yerine getirilir.

Hurma çeşitleri ve fiyatları – Bu haber ramazandan iki üç gün önce başlar, ramazanın ilk iki üç günü devam eder. Medine hurmasından iran hurmasına, kilosu 10 TL olandan kilosu 3875 TL olana kadar tek tek anlatılır. Mekan olarak Eminönü tarafları seçilir. Her keseye göre hurma olduğu itinayla vurgulanır.

Ramazan gelince çarşı pazardaki fiyatlar – Bu haber de hurma haberi gibi <Ramazan +/- 3 gün> denklemiyle yayınlanır. Muhabirimiz bir halk pazarına gider, domatesten yeşilliğe, meyveden beyaz peynire her gıda maddesinin fiyatını sorar. Pazarcı esnafın “valla bizim malı halden alış fiyatımız çok yüksek” savunması ile müşterinin “her şey ateş pahası, bak cebimdeki 50 TL’yle ala ala bunları aldım” şeklindeki yakınmalarını dinler.

Ramazanın ilk teravih namazı – Bu da malum ramazandan bir gün önceki akşam yayınlanır. Eskiden canlı bağlantıyla yapılan haber, günlerin uzaması ve yatsı namazının gece yarısına yakın bir saatte okunması sebebiyle haber bültenlerinde hızlıca okunan bir haber olarak önemini yitirmiştir.

İftar çadırları – Kurulan iftar çadırlarından birine giderek bir yandan çadırın kapasitesi, verilen yemeklerin kalitesi anlatılırken arkada bir yerde 300 kişilik pilav hazırlayan aşçının tencerede tereyağını eritme görüntüsü verilir.

Bayramlık alışverişi – Ramazanın son günlerinde haberlerde yer bulan bu haberde genelde Bakırköy Cumartesi Pazarı ya da Bakırköy Meydan gibi adresler seçilir ve genelde çocuklu ailelere mikrofon uzatılır, miniğe “sana ne aldılar bakalım bayramlık olarak” diye sorulur, piyasadaki ayakkabının, elbisenin fiyatları esnaftan öğrenilir.

Duygu sömürüsü yüklü reklamlar – Davulcu, fakir fukara yurdum insanı, yalnız yaşayan ihtiyar temalarının kullanıldığı bu reklamlarda dede, nine, anne, baba ve çocuklar olarak geniş mutfaklı bir evde yaşayan ailemizin merhametli çocuğu reklamdaki ‘düşkün’ karakteri ya sofraya davet eder ya da yemeğini alır onun yanına gider. Bu davranışı gören dede de beylik bir laf ederek torununu onore eder.

Neşeli reklamlar – Türkiye’nin dört bir yanından iftar/sahur manzaraları içeren bu reklamlarda insanlar genellikle mutlu ve güler yüzlüdür. Masada 4839530 çeşit yemek vardır, içecekler masanın bir köşesine sıralanmıştır, doğu bölgelerimizi temsilen bir yer sofrası ve etrafında bekleyen 4363 kişilik bir aşiret ailesi vardır, Mardin’de bir evin damında kurulmuş bir sofra da olmazsa olmazdır, ezan okunur ve herkes mutlu mesut orucunu açar.

Ve son olarak orucu ne bozar ne bozmaz – Orucu bozup bozmadığı üç yüz yıldır tartışılan sakız çiğnemek, diş fırçalamak, göz damlası damlatmak gibi mevzulara bir İslam alimine danışılarak yanıt bulmaya çalışılır.


Benim yıllardır yaptığım gözlemlerde en sık rastladığım klişeler bunlar, eminim siz de bana hak vermişsinizdir. Yalansa yalan diyin yani ama güllaç tarifsiz bir ramazanınız geçti mi be gözünüzü seveyim


Ama yine de güzel ülkemin bozulmamış kirlenmemiş adetleri, güzellikleri bunlar… Hepimize hayırlı ramazanlar efendim…

Salzburg Günlüğü

$
0
0
Yine bilgilendirici bir gezi yazısından önce kamuoyunda oluşan "ne kadar geziyorsun yahu, anasını ağlattın ortalığın" inancını çürütmek istiyorum. Aslında çok gezmiyorum arkadaşlar, hatta sizler benden fazla geziyorsunuzdur. Bir kere ben haftaiçi üç akşam Almanca kursuna gidiyorum, hiçbirinizin haberi yok. Kalan iki gün de mutlaka bir şey çıkıyor, ki şu sıralar kendimi cidden döyç öğrenmeye adamışım, evde oturup kuzu kuzu ders çalışıyorum. Lütfen kimse bana geziyorsun demesin. Tamam arada haftasonu kaçamakları yapıyor olabilirim ama o kadarcık da olur ben canımslar. Hem pazarlamasını bileceksiniz, ben bir yere gidiyor altı ay orada çektiğim fotoları paylaşıyorum, sanıyorsunuz ki gittim yerleştim oralara, oysaki ben burada metrobüste. Ben şok!!

Neyse geçtiğimiz haftasonu da yarimin yanına gittim, birlikte geçireceğimiz upuzuuuuun (!) iki günün birinde de Salzburg'a gidelim dedik. Şimdi bizim bir footprint yarışımız var ki sittin sene kendisini bu konuda alt edemem ama yine de mümkün olduğunca yeni yerler görmeye çalışıyoruz birlikte. Arayı kapatmak için de hostes olacağım inşallah boya sarısı saçlarımla, ülke ülke gezip ağlatıcam anasını dünyanın inşallah...

Yine konudan sapıyorum, Salzburg Münih'ten trenle yaklaşık 1,5 saat. Küçük, düzenli ve aşırı yağmurlu bir Avusturya şehri. Bizim gibi tek güne kolayca sığdırabileceğiniz için kalmalı bir seyahat ayarlamanıza gerek yok bence. Biz 12'de gidip 17'de döndük, tamam bazı yerleri "he he güzelmiş" diye sanat özürlüsü olarak gezdik ama bizce yetti :)

Salzburg Hauptbahnhof'tan indikten sonra asıl gezilecek yerlerin bulunduğu 'Eski şehir' kısmına yürüyerek 15 dkda varabiliyorsunuz. Toplu taşıma da var ama yürüyüş rotası üzerinde Mirabell Bahçeleri bulunduğundan bence üşenmeyin yürüyün. Bahçelerdeki çiçekler çok güzeldi ama az ağaç vardı gibi geldi bana. Şehri ikiye bölen nehirden (adını hatırlamıyorum) Eski şehire geçerken kilitli köprü var bir de, hani şu Paris'te de olan. Üzerine bir sürü asma kilit asılmış, hepsinin üzerinde tarih isim vs yazıyor, çok güzeldi ama bizim yanımızda kilit yoktu ve hediyelikçiler bir kilidi 12€'ya satıyordu, tabii ki pragmatist bir çift olarak bir kilide o kadar para vermedik ve aşkımızı mühürlemedik. Neyse Allahım sana sığındık sana güvendik, kilit falan hikaye zaten yahu :p






Salzburg denince akla gelen bence iki şey var: Birisi Mozart diğeri de Fortress Hohensalzburg yani kale... Bir meftanın üzerinden nasıl para kırılır, bir şehir tek bir insanla nasıl kalkınır'ın kitabını yazmışlar resmen. Her şey ama her şey Mozart'la ve müzikle alakalı. Zaten doğduğu ev, yaşadığı ev, bir ara uğradığı ev, girip tuvaletini yaptığı ev, yanlışlıkla kapısını çaldığı ev falan diye topu topu 35 yıl yaşayan adamın kanını emmişler resmen. Toprağı bol olsun, ömründe memleketine bu kadar faydalı olmamıştır merhum yemin ederim.


Mozart'ın doğduğu ev Getreidegasse denen Salzburg'un en şirin ve en hareketli caddesinde. Bu cadde aynı zamanda alışveriş caddesi normal ve pahalı markaların mağazalarla bezenmiş. Caddenin kilise tarafına yakın köşesinde orijinal Mozart çikolatasının satıldığı Fürst adlı şirin dükkan var, oradan mutlaka bir tanecik de olsa çikolata yiyin, tadı damağımda kaldı resmen.







Cadde ferforje tabela yapısıyla oldukça nostaljik ama çok kalabalık, doğru düzgün bir resim çekmek mümkün değil. Bu şirin caddede aynı zamanda deniz ürünleri fast food zinciri olan Nordsee ile Cafe Mozart bulunuyor, ilkinden bir şeyler atıştırdık ama ikincisine uğramaya vaktimiz olmadı.

Getreidegasse'yi tamamladıktan sonra karşınıza Makarplatz ve Kapitalplatz çıkıyor. Kapitalplatz'da oldukça değişik Sphaera heykeli var, yanında da bir satranç tahtası. 









Kapitalplatz'ın biraz yukarısından Salzburg Kalesi'ne giden finuküler kalkıyor, bilet 12 €, finüküler kale gezisi, audio guide falan hepsini içeriyor. Kaleden manzara müthiş. Tüm Salzburg'u görebiliyorsunuz, tabi bize diğer yerleri sıkıcı geldi. Tarihi yerler ve müze gezmek konusunda üşengeç olduğumuzu söylemiş miydim?









Valla bundan sonrası da tufan. Dalga geçmiyorum, tam dönüş için yola çıkmıştık ki gök delindi resmen, ben böyle yağmur görmedim, kahramanlık yapıp "ne var canım otobüs bekleyene kadar yürürüz yaee" dedik, şemsiyemiz olmasına rağmen donumuza kadar ıslandık. Siz siz olun Avrupa'yı mevsim ne olursa olsun şemsiyesiz gezmeyin canımslar...

Evet bir gezi yazımız daha burada biter. Münih var anlatılacak ama orası da ikinci memleket gibi oldu, turistik bir gezi gibi gelmiyor bana oraya gidişlerim. Ama yine de amme hizmeti adına söz anlatıcam oradan bir şeyler de. Haydi auf wiedersehen ^^ 

Almanca öğrenirken...

$
0
0

Yılların İspanya hayranı, İspanyolca öğreneceğim diye senelerce kafa ütülemiş, didinip çırpınıp kurs bulup gitmiş öğrenmiş, Enrique'sine İspanyolca seslenebilmiş bir insan olarak artık gecem gündüzüm Almanca oldu canımslar.

Yaklaşık altı aydır haftanın üç günü Almanca öğreniyorum ve farkındaysanız buna ilişkin hiçbir paylaşımda bulunmadım. Ben -ki en ufak bir hobisini bile bokunu çıkara çıkara anlatırım- konu Almanca olunca nedense elim gitmedi klavyeye, yazamadım. 

Üçüncü dili öğrenme çabalarım yine sitcom tadında geçiyor. Bir kere uygun kursu bulana kadar başıma gelenler ancak benim başıma gelebilirdi. Zira ilk başta yazılıp ücretini peşin gönderdiğim kurs dolandırıcı çıktı ve paramı da alarak ortadan toz oldu. Aylardır ödediğim paranın peşindeyim ama gelmez yani eminim artık. Tabii bir kurstan kelimenin gerçek anlamıyla kazık yiyince apar topar yeni bir kursa yazıldım. Çok şükür ki bu sefer namuslu bir öğretim kurumu çıktı da efendi efendi gidip geliyorum. 

Almanca çok zor bir dil, öğrenmek isteyenlere ilk ve en önemli tavsiyem eğer mecburiyetiniz yoksa öğrenmeyin. Gerek yok. Oscar Wilde boşuna dememiş "Hayat Almanca öğrenmek için çok kısa" diye. Enerjinizi, paranızı daha güzel dillere harcayın. Fransızca öğrenin, ne bileyim İtalyanca öğrenin ama Almanca'ya bulaşmayın.

Ha ama benim gibi bulaşmak zorunda kaldınız diyelim, İngilizce gibi hayatımızın her alanında maruz kaldığımız bir dil olmadığından acayip nankör bunu aklınızdan çıkarmayın. Bir hafta Almanca'ya dair bir şey yapmadığınızda yavaş yavaş siliniyor der'ler, die'ler, das'lar... Çalışın. Ama öyle yalandan değil, dinleyerek okuyarak alıştırma yaparak çalışın. Gençseniz, lisede, üniversitedeyseniz cillop gibi vaktiniz var, ama benim gibi yaşınız kemale ermişse, zaten modern köle misali işyerinde beyniniz yanıyorsa kalan vakitlerinizde Almanca öğrenmeye çalışmak mangal gibi yürek istiyor. Valla abartmıyorum. Bu zorlukları peşinen kabul edin.

Bir kere hobi gibi bir şey değil, hani spor olsa, ebru atölyesi olsa, takı kursu olsa cidden rahatlarsın ama dil öğrenirken kafayı boşaltamıyorsun ki, aksine pür dikkat dersi dinliyorsun, aman bir şey kaçırmayayım diye. Hal böyle olunca da zaman geçtikçe zombiye dönüşüyorsun. Bu da kafa yani. Yazık günah...

Artikel olayından yakınmayacağım, çok klişe bir mızmızlanma bence ki beni en zorlayan kısmı "ulan Strand'ın artikeli neydi" diye düşünürken cümlenin geri kalanına odaklanamamak olmasına rağmen artikel olayını kabullendim bağrıma bastım. İspanyolca gibi cinsiyet yüklemişler, sorgulaması bana düşmez. Koskoca Goethe sorgulamamış benim ne haddime zaten. Neyse ama şikayet etmek istediğim bir nokta var ki bu dilde olsa olsa on bilemedin on beş fiil düzenli, geri kalan ve hayatta en çok kullanılan fiiller (gitmek, gelmek, yazmak, okumak, yemek vs) hep düzensiz. Fiilin ikinci hali ayrııı, üçüncü hali ayrııı, aldığı yardımcı fiili ayrııı, dativ mi akkusativ mi o zaten apayrı derken kurallar ve istisnalar içinde boğuluyorsun. Der die das ne ki diyebiliyorsun hal böyle olunca.


Bundan bir yıl önce "bu hayatta hangi dili öğrenmeyi istemezdin?" diye sorsalar bir dakika bile düşünmeden "Almanca" cevabını verir, "Ugandaca bile öğrenirim (öyle bir dil var mı bilmesem de) Almanca öğrenmem, ona ne zamanımı ne paramı harcarım" diye de eklerdim. Ama her zamanki gibi büyük konuşmamın sonucu olarak şu an "Ich möchte gern Deutsch sprechen" diye cümleler kuruyorum.

Yakın arkadaşlarım artık bu halimde dalga geçiyor: Yıl 2023 olmuş, ben altıncı dili mesela Çince'yi öğreniyorum çünkü sevgilim Çin'e gitmiş falan. Çok ayıp! Hem ne var Çince de gayet enteresan bir dil bence, öğrensek fena da olmaz. Zaten günün birinde o kadar dil biliyor olursam önceki yazılarımda bahsettiğim hosteslik kariyerimde emin adımlarla ilerleyebilirim, fena mı!

İşte böyle canımslar... "Bir dil bir insan" diye çıktığım bu yolda şu an üçüncü dili öğreniyorum. Yorucu evet ama yine güzel insanlar tanıyorum, işe yaradığımı hissediyorum, kendime bir şeyler katıyorum. Umarım hedeflerime ulaşmamda güzel bir basamak olursun Almanca. Ve yarim İspanyolca merak etme en kısa zamanda sana geri döneceğim, bunlar hep geçici sevdalar :)


Bunalımdan Çıkmanın 10 Yolu

$
0
0

Efendim ben ayda bir bunalıma girip, dünyayı kendime dar ettiğim için artık bu konuda kaşarlanmış biri olarak tecrübelerimi neden okuyucularımla paylaşmayayım dedim ve "Bunalımdan Çıkmanın 10 Yolu" isimli klişeler klişesi bir yazı yazmaya karar verdim. İnternette zaten zebille yazı, görsel, tavsiye vardır bununla ilgili, sana mı kaldık derseniz; tabii ki kalmadınız, beğenmezsen yapmazsın arkadaşım, zorla yazıyı ekranınızda tutacak değilim ya! Allah Allaah…

Neyse dedim ya ben mütemadiyen bunalıma girerim, hatta ay içinde normal geçirdiğim gün sayısı bunalımda geçirdiğim gün sayısından baya bi azdır. Ota boka, olana olmayana, geçmişe geleceğe, akıllısına delisine, varlığa yokluğa dertlenip kendime hayatı zindan ederim, itinayla… Hayır bir de çoğundan kimseciğin haberi olmaz, zira işyerinde pek de bunalım yapacak vakit olmuyor, çalış didin falan ama eve gidince bana basıyorlar, düşün düşün yaz yaz oyna oyna derken bir güzel kendimi üzüyor, salak salak ağlıyorum, sonra da ağlamam bitince yüzümü yıkayıp çamaşır katlamaya devam ediyorum. Çünkü dağ dağa küsmüş dağın haberi yok misali mesela sevgilime kızsam, alınsam genelde çocuğun bundan haberi olmuyor, ben kendi kendime küsüyoruuum, ona bağırıyoruum falan sonra da öfkem ya da kızgınlığım geçiyor, adam aradığında zaten normale dönmüş oluyorum. Ya da arkadaşlarıma tripliysem kendi içime kapanıp kimseye bişe söylemediğimden onlar da her şey yolunda sanıyorlar, kısır bir döngüde takılıyorum yani.

Bunalım ya da depresif ruh hali berbat bişe, insanı hayattan soğutuyor. Domino taşı gibi tek bir şeyin kötü olduğuna kanaat getirince diğer her şey de kötüymüş, karanlıkmış gibi geliyor, üzülürken komple ciğerlerim soluyor. Neye üzüldüğümü bir kez daha yazmıcam, temcit pilavı gibi her yazımda anlatıyorum, siz de bıktınız biliyorum ama işte o şeylere düşün, üzül, öfkelen, kavga et, ağla, barış derken kendimle mücadele veriyorum resmen. Şizofreni tanısı konulmadı henüz ama bence kendisiyle bu kadar mücadele veren bir insan normal kafada olamaz. Bence deliyim ben, net!

Bak yine vır vır vır başladım, ne diyordum, aslında bunalımdan çıkaracak reçeteyi pazarlıyorduk. Bir değil, iki değil, üç değil, dört değil, tam beş kavanoz bal şeklindeki damping paketime hayran kalacaksınız J

1 – Dizi ya da film izleyin. Ben diziciyimdir, bazen üç dört bölüm arka arkaya izlerim falan, o arada hem zaman geçer hem de kafamdaki dişliler bir süreliğine dönmemiş olur. Takip ettiğim dizilerin neredeyse tümü gerilim, polisiye, bilim kurgu vs olduğundan salya sümük olacak da bir durum oluşmaz. Film seçerken de öyle olmasına dikkat ederim. Bir kez bunalımdayken “Aynı Yıldızın Altında” filmini izleyeyim dedim, yemin ederim sümüğümde boğuluyordum. Siz yapmayın!


2 – Belgesel izleyin. Entellik yapmak için sıkmıyorum, hafta sonları benim televizyonda NatGeo ya da NatGeo Wild açıktır. Vahşi Rusya’yı beşbininci kez izleyip kurtların hayatta kalma uğraşına hala şaşırır saygı duyar, evlere sinsice giren yılanlardan tırsarım. Fobiniz yoksa deneyin. İşe yarıyor.

3 – Kitap okuyun. Ama sürükleyici, bir sonraki sayfayı merak ettirecek hikayesi olan kitapları okuyun. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmazsınız.

4 – Müzik dinleyip dans edin. Tercihen aynanın önünde elde kumandayla. Bende çok işe yarıyor, Rihanna’ymışım gibi tepinirken baya eğleniyorum evde. Tabii komşuların özellikle sesimden memnun olmadığına iddiaya girerim.

5 – Sevdiğiniz şeyleri yiyin. Oburluk olsun diye değil, kendinizi ödüllendirmek için. Ben mesela dün akşam canım Burger King çekti diye söyledim yemek sepetinden, yarısını yiyemedim ama olsun. Sarımsaklı mayoneze bandıra bandıra yedim patatesleri, ohh sefam olsun.

6 – Spor yapın. Ama spor salonunda değil, parkta bahçede kırda bayırda ormanda yaylada yürüyerek koşarak sekerek yapın. Oksijen alın, endorfin salgılayın.

7 – Arkadaşlarınızla vakit geçirin. Ama oturup onlara bunalımınızı anlatmak ya da onların bunalımını dinlemek için değil, gülmek saçmalamak için görüşün. Size iyi gelen insanlarla olun, size negatiflik yükleyen, kötü hissettiren, yanından ayrıldığınızda başınızın ağrıdığını hissettiğiniz insanlarla değil.


8 – Bebek sevin, kedi köpek sevin. Benim gibi ikisini de yapamıyorsanız yine bir klişe olan komik bebek ya da kedi köpek videolarını izleyin. Şebekler ne kadar gudubet hissederseniz hissedin size tebessüm ettireceklerdir emin olun.

9 – Sarılın. Sevgilinize, annenize, kardeşinize, çocuğunuza sıkı sıkı sarılın. Şimdi bir şey dicem, mağdur edebiyatı yapıyorsunuz diyeceksiniz ama valla benim sarılacak kimsem yok. Daha Türkçesi sarılacaklarım uzaklarda. Hal böyle olunca kucağım boş kalmasın diye (hemen kötü düşünün, yazın senaryonuzu!) yataktaki diğer yastığa sarılıyorum. Baya da pofuduk bir şey, sarılma güdüsünü doyuruyor. Hem yazın et ete değmesi terlemece gibi sıkıntı da yaşamıyorsun, kolum uyuştu, az kenara kay tripleri de yok, canım yastığım benim J



10 – Geçmişte kendinizi dipte hissettiğiniz, umutsuz hissettiğiniz anları hatırlayın. Bakın, hepsi geçti. Demek ki bu yaşadığınız da geçecek. Tamam geçerken biraz anamızı ağlatacak ama napalım, güzel günler gelecek. Sonuçta dipte olmanın tek güzel yanı, daha da dibinin olmamasıdır. En kötü dediğiniz yerdesinizdir ve bundan sonrasının çıkış olacağı aşikardır. Dipte kalmaya devam etmek de çıkışa doğru harekete geçmek de bizim elimizde.


Bunlar bana iyi hissettiren, kendimi jiletleyip üçüncü sayfa haberi olmamı engelleyen şeyler. Sonuçta her belirsizlik eninde sonunda bir açıklığa kavuşuyor, evet şu anki süreç oldukça can sıkıcı ama elimden geleni yaptığım için içim rahat. Gerisini allaha havale ettim, havalemi alıp cukkalayıp sebepsiz zenginleşme yaşayamayacağına göre bakar heralde bir hal çaresine…

Her Şey Bitiyor...

$
0
0
Bu sıralar her şey bitiyor, sona eriyor, final yapıyor. Tamam ben tükenmişlik sendromu yaşıyor olabilirim ama dünyadaki diğer kaynakların tükenmesine gerek yok bence. Dolaptaki ice teaden raid sineksavara, Almanca kursumdan sahip olduğum dostluklara, Person of Interest’ten Game of Thrones’a kadar sevdiğim her şeyi teker teker elimden alıyorlar. Uyuz oluyorum.

Doğanın dengesi falan tamam ama bazı şeyler hiç bitmese ya!

Person of Interest mesela az bir kesimin bildiği, John Reese’iyle, Machine’iyle, Root’uyla gönülleri fetheden canııım dizi final yaptı, bitti arkadaş. Hem de apar topar… Sanki “oha lan çok az bütçemiz kalmış, bu paraya ancak şu kadar bölüm çekebiliriz” deyip alelacele uyduruvermişler gibi. Spoiler vermek istemiyorum ama neden o öldü de diğeri yaşadı, devamı çekilir mi gibi soru işaretleriyle bıraktı beni zalım dizi. Yıllar önce Dexter bittiğinde de aynı duyguyu yaşamış, Dexter’ın aslında ölmemiş olması nedeniyle çok ümitlenmiştim günün birinde kesin devam edecekler diye ama her zaman olduğu gibi bu konuda da avcumu yalamıştım. Breaking Bad’den hiç bahsetmiyorum bile sinirlerim bozuluyor.

Sevgili yabancı dizi sektörü yapımcıları, gelin azıcık Türkiye’deki dizi sektörünü inceleyin. Zira buraya gelip de öğreneceğiniz ilk kural bir dizi tuttuysa o diziye final yapılmaz. Yakışmaz. Ne o öyle tadında bırakalım, biz zaten üç sezon için anlaşmıştık, karakterler ömrünü tamamladı tribi falan. Adam gibi otuz sezon yapacaksınız diziyi birincisi. Ana karakterleri öldürmeyecek, öldürür gibi yapacak ancak bi yoğun bakım sahnesiyle, bir iki elektroşok sahnesiyle yaşatacaksınız mesela. Ne o öyle Game of Thrones’taki gibi çatır çatır başrol öldürmek… Başrol dediğin Polat Alemdar gibi olacak, ölmeyecek, öldürecek. Aşk mesela, esas oğlan esas kıza aşık olacak, sonra küsecekler, birbirlerinin düşmanlarına aşık olacaklar, sonra pişman olacak birbirlerine kavuşmaya çalışacaklar derken köpek olup aşk denen olguyu da sakız edecekler. İçinde yasak aşk içermeyen, dürüst ilişki barındıran dizi mi olur allahasen!! Yaparsan senaryon biter, yapımcın bütçeni keser, beşinci sezonda elveda dersin tabi ekranlara…


Game of Thrones’un sezon finali yapışına hiç girmiyorum zaten. Allahsızlar nisan 2017’ye kadar bizi ortada bırakıp gittiler yine. Kitap da yok okuyacak, artık Game of Thrones açlığını gidermek için 42 hafta boyunca ekşi sözlüğe girilen GoT entrylerini okuyup kaçırdığım detayları öğrenip teori kasarım. Ejderha alıp büyütsem mi acaba, saçlarımı da Khaleesi gibi uzatır, “I am Daenerys Stormborn, of House Targaryen. Rightful heir to the Iron ... and the First Men. I am the Mother of Dragons, the Khaleesi of the…” diye kafa ütülerim.

Konu yine alakasız yerlere saparken mevzumuza dönersek, evet her şey tükeniyor. Bitiyor. Almanca kursum da bitti canımslar, ben kendimi biliyorsam hemen bir boşluğa düşer, bunalıma girerim hiçbir işe yaramıyorum diye. Gerçi Almanca’yla olan beraberliğimiz bitti mi? Hayır. Beraber yürüdük biz bu yollarda neticede, gittiği yere kadar gidecek, Merkel’le kanka olup Alman Milli Takımının yakışıklı oyuncularını tavlayana kadar devam kısmetse.

Dolaptaki ice tea ve sivrisineksavar için oturup ağlamayacağım tabii ki, gidip marketten alırım onları da bin şükür. Ama yine de gece vız vız kulağımın dibinde uçunca o sivrisinek duvarları tırmalayasım gelmiyor değil. Ama neyse. Ne kadar agresif bir insan olduğum gerçeğiyle tanışmanızı istemem.

Acaba başka neler bitecek bugünlerde? Bitenlerin yerini neler alacak? Bir şeyin yarım yamalak ağır aksak devam etmesindense bitmesi daha mı iyidir ya da? Daha da klişesi her son yeni bir başlangıç mıdır J Bilmem ki! Göreceğiz.

PS: Son zamanların en kötü yazısı olduğuna kalıbımı basarım. Ay yoksa yazma yeteneğim de mi bitiyooooor L

PS 2: Size Person of Interest’in finalinde Machine’in son sözleriyle veda edeyim, bence yazımız boktan olsa da ana temayla çok alakalı bir alıntı olacak, gerçekten!

“Eğer bunu duyabiliyorsan, yalnızsın demektir. benden geriye kalan tek şey sesim. herhangi birimiz kurtuldu mu bilmiyorum. kazandık mı? kaybettik mi? bilmiyorum. ama her halukarda, bitti. sana kim olduğumuzu anlatayım... sana kim olduğunu anlatayım. biri bana daha önce tüm bu olanlardan bir şey öğrenip öğrenmediğimi sormuştu. sana ne öğrendiğimi anlatayım. herkesin yalnız öldüğünü öğrendim. ama eğer birileri için bir şeyler ifade ettiysen... eğer birilerine yardım ettiysen... ya da birilerini sevdiysen... eğer tek bir insan bile seni hatırlarsa... belki o zaman aslında hiç ölmezsin.



ve belki... bu bir son değildir.

Rüyalarda buluşuruz!

$
0
0

Şu sıralar en sık yaptığım Google aramaları rüya tabirleri üzerine. Kadınlar Kulübünden tutun da, diyadinnet gibi ilahiyat sitelerini falan hatmetmiş durumdayım. Neden? Çünkü son zamanlarda rüyalarım en saçma dizileri aratmayacak kadar ütopik senaryolara sahip. Hangi birini anlatsam gerçekten bilmiyorum. Mesela dün gece üç farklı rüya gördüm ve kurban olduğum allahım üç rüya da birbirinden kötü ve korkunç olabilir mi ya?

İlk rüyamda canım arkadaşlarım #kahve ve #karamel’le ayrı ayrı sohbet ettiğimi görüyorum ama ikisi de birbiri arkasından öyle kötü konuşuyor, öyle gıybet yapıyorlar ki duyduklarıma inanamıyor, rahatsız oluyorum. Biri diğerinin kocasını gömüyor, öbürü diğerinin güzelliğine giydiriyor. Ben de saf saf dinliyorum. Hayır normalde dedikodu adı verilen masum bilgi paylaşımlarını tabii ki yapıyoruz ama başkalarıyla ilgili J Birbirimizin arkasından konuşup dostunu gömmek mi? Yo dostum yo, bu rüyanın hayır bi yanı yok.

Bu çirkin rüyanın ardından uyanıp yatakta sağa dönme sonrası ikinci rüyaya geçiyorum. Bu en kötüsüydü dicem ama yok üçüncüyü de okuyun da ona göre karar verin bence. Şimdi efendim ikinci rüyamda ben sevgilimle yurtdışına tatile gidiyorum (Kahretsin biz hep yurtdışına tatile gideriz!) orada o beni kızdıracak bir şey yapıyor (buradan naptığını söyleyip ifşa etmicem ama bu satırlarımı okuyorsan cidden hoş değildi yaptığın! Ayıp!) ve ben bunun üzerine üzülüp beyin kanaması geçiriyorum. Evet evet yanlış okumadınız, elin ecnebi memleketinde beyin kanaması geçirip tam kırk gün komada kalıyorum. Kırk gün sonra bir mucize oluyor, ben önce hayata sonra da Türkiye’ye geri dönüyorum. Burda işler daha karmaşıklaşıyor. Zira benim beyin kanaması geçirdiğimi aileme söyleyemeyip ‘kızınız öldü, başınız sağolsun’ demişler! Hangi aklı evvelin fikriydi çok merak ediyorum. Neyse benim kimbilir hangi ülkede ölüp gömüldüğümü öğrenen babam üzüntüden evi terk ediyor ve kayıplara karışıyor. Annemle kardeşimse üzüntüden perişan olmuşlar. Ben ülkeye döndükten sonra beni onların karşısına çıkaracaklar ama alıştıra alıştıra çıkarmaları lazımmış, yoksa yüreklerine inermiş! Ulan siz benim çekirdek ailemi acımadan çitlemiş bir de kabuklarını tükürüklü ağzınızla üfürmüşsünüz, neymiş kızlarını canlı görünce yüreklerine inermişmiş… Hasbinallah. Neyse daha bitmedi. Ayrıca işyerimde Genel Müdürüm ve diğer üst düzey yöneticiler plazamızın fezadaki kokteyl katında bana ‘aramıza hoş geldin’ partisi düzenliyorlar. Basın falan geliyor. Baya çiçekler, hediyeler falan. Genel müdürümüz falan gelip ‘iyi ki döndün senin olmadığın zamanlar bu koca plaza çok renksizdi’ diyor. Dedim size bensiz bu dünya bir hiç diye, inanmadınız. İyi oldu burnunuz sürtmüştür!

Uyanıp beynimin kanamadığını, komaya hiç girmediğimi, adıma kokteyller düzenlenmediğini fark etmemin ardından uyanıp bu sefer soluma dönerek uyumaya devam ediyorum. Topu topu 6 saatlik uykumda daha da kabus görmem diye düşünürken aslında çok yanılıyormuşum. Zira yatağın benim yatmadığım kısmındaki yastığın üzerine birden kocaman (abartmıyorum böyle kolum kadar kocaman) bir kertenkele beliriyor. Hayatımda ilk kez yataktan sıçrayıp filmlerdeki gibi oturur pozisyona gelip uyandım. Artık kertenkele ve türevlerinden nasıl korkuyor ve tiksiniyorsam yanımda belirme görüntüsüyle karşı duvara fırlamam bir oldu. Hayır bi de cam açık duruyor yazları, kısa bir an ‘ulan camdan mı girdi, gerçek miydi?’ diye düşünüp tırsa tırsa yastıkları çarşafları yatağın kenarını falan kontrol ettim. Gerçi o kadar büyük bir kertenkele (ya o kertenkele değildi, komodo ejderi falandı cidden) yatak odamda gerçekten olsa sanırım pijamalarımla evden çıkarım, bir daha da geri dönmem. Bu yüzden iyi ki kendisiyle karşılaşmadık, şu an gerçekten evdeyse de ondan ricam, benim karşıma çıkmadan yaşayabilir, ev ikimize yetecek kadar büyük ama lütfen bana görünme olur mu?

Evet üçüncü rüyamın ardından artık uyumamışsındır diyorsunuz di mi? Hayatta en kıymet verdiğim şeylerden biri uyku olduğu için, adrenalin seviyemin düşmesinin ardından sanırım yarım saat daha uyudum. Sonra da alarmla uyandım. İlk iş #kahve ve #karamel’e ‘adam olun gıybet yapmayın, sevin birbirinizi’ diye mesaj attım, sonra da karga bokunu yemeden annemi arayıp babamın evde olup olmadığını teyit ettim. Kertenkeleye de mamasını koydum ve çıktım JJ

İşte sadece bir geceye ait rüyalarım bunlar. İlki entrikalı Türk dizisi olur, ikincisinin senaryosunu Özcan Deniz’e mi yazdırsam Mahsun Kırmızıgül’e mi kararsızım. Üçüncüsünü de Hollywood’a satıp en iyi korku gerilim dalında Oscar almayı düşünüyorum.

Diğer gecelerde gördüklerimi buraya yazarsam bilinçaltımdaki arızayı görüp bana deli gömleği giydirmenizden korkuyorum. O yüzden onları boşverin.


Rüyalarımın tabirlerine gelirsek; 




Aşkın Elli Tonu

$
0
0

Beni tanıyanlar bilirler, popülariteye karşı aşırı bi önyargım vardır. İnsanların ayıla bayıla izlediği dizileri izlemem (Bkz: Leyla ile Mecnun, İşler Güçler), yine vizyona girdiği gün kendini sinemalara atan, sosyal medyadan “Allahım başyapıttı, çok ağladık” gibi yorumlarla kusturan filmleri de izlemem (Bkz: Babam ve Oğlum) ya da ne bileyim bazı yazarlarının kitaplarını ya hiç okumam ya da elim gitmeye gitmeye okurum (Bkz: Orhan Pamuk, Elif Şafak).

Eminim sizin de vardır böyle takıntılarınız ya da alışkanlıklarınız. Diyeceksiniz ki Leyla ile Mecnun çok iyi dizidir çok şey kaçırıyorsun, öyle olabilir, itirazım yok ama artık etrafımdaki herkesten bunu duyunca inanılmaz bir soğuma geliyor bana. Elif Şafak’ın Aşk kitabını çıktıktan üç yıl sonra okumuştum sırf bu yüzden ve itiraf ediyorum hayatım boyunca Orhan Pamuk okumadım. Yok elim gitmiyor onun kitaplarına. Babam ve Oğlum filmi mesela, “ay bak izle ağlamaktan ölürsün” diyenleri duydukça soğudum filmden, nitekim geldiğim noktada televizyonda yayınlandığını gördüğümde bile izlemiyorum. İzlemem de.

Neyse şimdi diyeceksiniz ki yine neden anlatıyorsun bunları. İnanın bağladığım yeri okuyunca siz de yuh artık diyeceksiniz. Şimdi efendim bundan üç dört yıl önce hatırlarsanız “Grinin Elli Tonu” dalgası çıkmıştı (dalgası deyince yanlış anlamayın hemen J) herkes delice tapılası Christian Grey’in sadist seks hayatını okuyor, konuşuyordu. Eminim sizler de o dalgaya kapılmıştınız. Kapılmayan tek dişi bendim o dönem sanırım. D&R vitrinlerinde onun, bunun, şunun elli tonu kitaplarını görünce arkama bakmadan kaçıyordum. Nitekim para verip de alıp o kitapları okumadım. Hatta aramızda kalsın acaba az para vermek adına korsanlarını mı alıp okusam diye düşünmedim değil. Sonra filmi çıktı, bari dedim filmini izleyeyim. Onu da sinemada izlemedim ha, beklerim torrente düşmesini, indirdim izledim (Ay iki cümle ardarda korsan aktivitelerimden bahsedince başıma bişe gelmesin) Yine izlemezdim belki ama Grey’i oynayan Jamie Dornan için evi arabayı satıp kocayı boşayabileceğim için onun hatırına izledim evet. Ehh işte, erotik bi filmdi işte, abartmaya gerek yoktu.  Ve konu kapandı gitti…

Ta ki yakınlarımdan biri yaz tatilinde Grey’in dünyasını keşfedip kitapları bir solukta okuyup bana ballandıra ballandıra anlatana dek. Yani gözlerindeki o ışığı bi Grey’i anlatırken bir de çocuklarını anlatırken gördüğüm için dedim getir ya okuyayım. (Hem böylece para da vermezdim bir taşla iki kuş J) Grinin Elli Tonu’yla başladım, ki filmi izlediğim için hikayeyi biliyordum, pek bir sürpriz yaşamadım. Sonra ikinci kitaba geçtim Karanlığın Elli Tonu’na. Şaka maka ben de baya hevesli bir şekilde okuyordum, on günde ikinci kitap da bitecekti ve evet sevmiştim (ilginçtir, ikilinin harika seks hayatı değildi beni cezbeden, düşündüğünüzün aksine). Benim asıl vurulduğum nokta Christian’la Ana’nın birbirine olan aşkıydı. Yani birbirlerine o kadar aşıklar ki ve okurken kalbinizde bunu o kadar net hissediyorsunuz ki bence literatüre Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Romeo ve Juliet gibi bu ikilinin de aşkı geçmeli, çok ciddiyim.

Bu sabah ikinci kitabı da bitirdim. - Spoiler olacak lütfen okumamış olanlar bu paragrafı atlasın – Evlenme teklifi sahnesiyle Christian yine beni benden aldı. Dün akşam serviste giderken helikopteri kaybolan Christian ve onun geri gelmesini çaresizce bekleyen Ana’nın ruh halini okuduktan sonra bu sabah da evlenme teklifi sahnesiyle ikinci kitabı bitirince yüreğime taş oturdu resmen.

Bu kadar çok sevmek ve karşılığında bu kadar çok sevilmek mümkün mü sürekli bunu düşünür durumdayım. Zira bana gerçekten sadece kitaplarda ya da filmlerde olan bir olay gibi geliyor bu eşitlik. Gerçek hayatta kimse sevildiği kadar sevmiyor ya da sevdiği kadar sevilmiyor. Terazi hiçbir zaman eşitlenmiyor bence, hep bir taraf daha ağır basıyor. Ve maalesef daha çok seven taraf bu dengesizliği görmezden gelmeye çalışarak geçiriyor hayatını. Daha çok önemsediği için daha çok kırılıyor, daha çok şey beklediği için yine daha çok hayal kırıklığı yaşıyor. Aradan yıllar geçiyor ama bu dengesizlik değişmiyor.


Neden böyle? Neden eşit olamıyor tüm denklemler? Neden hep bir taraf “daha”sını verirken diğer taraf  “az”la yetinmeye çalışıyor? Kimse ‘bizde hepsi eşit’ diye karşı çıkmasın lütfen, itiraf edin ki bu böyle. Hiçbirimiz Christian ve Ana gibi birbirimizi eşit derecede sevmiyoruz.

Dün ekşisözlükte ‘Yeni Aşık Olmuş Kişilere Tavsiyeler’ başlığında bence çok doğru bir tespitle karşılaştım: Aşık olduğun kişinin 95% ihtimalle sana aynı derecede aşık olmadığını bil.

Evet, sanırım bu kabulle başlamalıyız bir ilişkiye. Çünkü ileride bu gerçekle yüzleşip çok severken az sevilmenin yarattığı huzursuzlukla ya da  az severken çok sevilmenin yarattığı yükle baş etmek yerine en başında buna göre yola çıkmalıyız heralde.

 


Ben bugün üçüncü kitabı okumaya başlayacağım, Ana’yı delice kıskanarak sanırım bu sefer evliliklerine şahit olacağım. Ay resmen bunalım… 

Hadi kaçtım bebek :)

Dişte Kalan Maydanoz

$
0
0

Yıllar önce nerede okudum hatırlamıyorum ama şöyle bir tespite denk gelmiştim: Gerçek arkadaş dişinde kalan maydanozu fark ettiği anda söyleyen kişidir. Bunu söylemeyip sizin o şekilde devam etmenize göz yuman kişi ‘gerçek’ arkadaşınız değildir.

Ben bu laftan çok etkilenmiştim. Zira benim en büyük korkularımdan biridir dişimde bir şey varken konuşmak, gülmek ki zaten konuşmadığım, gülmediğim, ağzımın açık olmadığı pek bir zaman yokken dişimdeki kocaman maydanozla ya da araya sıkışmış sinsi susamla saf saf dolanmak istemem. Kendi kendimeyken cep telefonu ekranımdan bin kez kontrol ederim ama arkadaşlarımlayken bir zahmet söyleyiversinler di mi?

Yine lüzumsuz bilgiler ansiklopedisi gibi neden bunları anlatıyorsun diyebilirsiniz. Size bir soru sormak istiyorum: Hayatınızdaki kaç kişi (aileniz hariç) dişinizde kalan maydanozu fark eder etmez size söyler? Bu sayı ne kadar fazlaysa o kadar “sizi gerçekten seven” insan biriktirmişsiniz demektir bence.

Son bir yılda hayatımda gerçek arkadaşım dediğim insanlar bir bir gittiler hayatımdan. Önce ‘kardeşim’ dediğim bambaşka bir insana dönüştü, uzaklaştı ve koptu benden. Sonra diğer iki tanesi sessiz sedasız çekildiler hayatımdan. Neden diye çok sorguladım kendimi? Hatta bir değil iki değil üç olunca bende bir problem var diye düşünmeye başladım. Hiçbir zaman anlayıp dinlemeden ‘ben haklıyım, benim dediklerim/düşündüklerim doğru’ tarzında bir insan olmadım. Hatalı olduğumu düşünüyorsam zaten özür diledim, hatalı olmadığıma inanıyorsam da yine de ‘büyüklük bende kalsın’ diye ilk adımı ben attım. Çünkü benim hayatımda önemli bir yere sahipse bir kişi ve ona sevgim bitse bile saygımdan dolayı, bir zamanlar onunla yaşadığımız güzel anlar ve biriktirdiğimiz güzel anılardan dolayı kırgınlığımın nedenini söylerdim, öyle kabuğuma çekilip birilerinin bu kırgınlığımı keşfetmesini beklemezdim.

Son 3,5 yılda hayatımı baştan yazmaya başladım ben, yeni dostluklar edindim, eskileri tozlu raflara kaldırdım, bambaşka bir hayata yelken açtım. Dişimde kalan maydanozu dakikasında söyleyecek insanlar biriktirdim bu sürede. İnişler çıkışlar pek çok fırtınalı gün yaşadım belki ama yine de bu güzel insanlarla çok güzel anıları paylaştım. Son bir yılda ise özellikle psikolojik olarak çok yorulduğum bir dönem yaşıyorum, bilenler bilirler, bir kez daha anlatarak acitasyon yapmayacağım ama gerçekten kendi adıma zorlu bir süreçten geçiyorum, çok yoruluyorum, çok üzgün ve mutsuz günler geçiriyorum ve bu halimden kendim bile çok sıkıldığım için başka kimseye anlatmıyor, içime kapanıyorum. Uzun zamandır kimseyle dışarı çıkmıyorum, işyerindeki arkadaşlarım hariç kimseyle konuşmuyorum. Kursu bıraktım, içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor, tek istediğim evime kapanıp film izlemek. Bazen ailemle konuşacak gücü bile bulamıyorum kendime. Evet depresyon geçiriyorum, bunun da farkındayım. Geçici bir süreç biliyorum, bunu da atlatacağım elbet ama ruhen taşıdığım yük ve yorgunluk çok fazla.


Bunca şey varken bu kadar detaylı olarak canımın sıkkın olduğunu, mutsuz olduğumu, her gece ağladığımı, düşünmekten uyuyamadığımı söylemiyorum, anlatmıyorum, yazmıyorum, hep gülerek fotoğraflar paylaşıyorum diye ‘vur patlasın çal oynasın’ yaşıyorum sanıyorlar. Ha ‘elalem’ denilen o güçlü topluluk varsın öyle sansın ama gerçek arkadaşım dediğin insanlar da öyle sanınca üzülüyorum. Halbuki beni tanımalısın, bu kız uzun zamandır sessiz, bu kız uzun zamandır durgun, normal değil diyebilmelisin di mi? Demiyorlar. Böyle denmediği gibi bir de ben aramadım sormadım diye benden uzaklaşıyorlar, kırılıyorlar, küsüyorlar.

Benim Gül diye bir arkadaşım var mesela, Ankara’da yaşıyor. Yedi yıl önce aynı işe başladığımızda iki ay kadar aynı odayı paylaşmıştık. Sonra işlerimize başladık, sonra o istifa etti, önce başka bir şehre gitti, sonra da memleketi Ankara’ya. Yedi yıllık arkadaşlığımız boyunca sanıyorum ki on kez yüzyüze görüşmemişizdir. Genelde telefon, whatsapp. Ha o da öyle her gün değil ha, bazen bakarım da en son yazışmamız üç dört ay önce. İkimiz de hayat koşturmasında yaşayıp gidiyoruz. Ama bir araya geldiğimizde ya da birbirimizi aradığımızda asla ama asla birbirimize sitem etmiyoruz. Aylar oldu sen beni aramadın, sormadın demiyoruz. Saatlerce durmadan arayı kapatmak için konuşuyoruz ve dinliyoruz birbirimizi. Yedi yılda çok az görüşsek de ikimiz de ihtiyacımız olduğunda diğerinin işini gücünü bırakıp yanına koşacağının farkında. Ve bunun için her gün birbirimize mesaj atmamız, ayda bir görüşmemize gerek yok.

Benim Duygu diye de bir arkadaşım var, o da senelerce Ankara’da yaşadı, şu an İstanbul’da Anadolu Yakasında yaşıyor, kocası Bursa’da yaşadığı için haftasonları Bursa’ya gidiyor. Hafta içinde de işten çıkıp orta noktada buluşmamız saat sekizi bulduğundan aynı şehirde yaşamamıza rağmen yılda iki kez görüşüyoruz ancak. Duygu’yu da altı senedir tanıyorum. Altı yıldır onu da on kez görmemiş olabilirim. Onun dışında da işyerinden mailleşiriz ayda bir, whatsapptan arada bir yoklama yaparız, önemli haberleri yazarız falan. Bu kadar. Ama ne o bana ne de ben ona hiçbir zaman sitem etmeyiz, kırılmayız, neden aramadı benim bunca sıkıntım arasında diye darılmayız. Ve biliriz ki derdimiz olsa iş,i gücü bırakıp koşar bir diğeri...

Benim Nazan diye bir dostum var, 2001 yılından beri hayatımda. En eski dostum. Hayatımın en önemli 15 yılının tanığı. Dört yıl aynı lisede yediğimiz içtiğimiz aynı gitmemiş bir şekilde geçirdikten sonra üniversitede yollarımız ayrıldı. Aynı üniversiteye gitmemize rağmen az görüştük ama hep birbirimizin hayatındaydık. Sonra ben İstanbul’a geldim, o da İskenderun’a gitti. Bambaşka şehirlerde bambaşka hayatlar yaşıyoruz. Onunla da her daim mesajlaşmıyorum, Eskişehirli olup İstanbul ve İskenderun’da yaşayan insanlar olup tatillerimizin denk gelmesi imkansıza yakın zaten. Kırkta yılda bir Nazan’ın eğitimi olacak da İstanbul’a gelecek ya da bayramda seyranda Eskişehir’de bir iki saat görüşeceğiz falan. İkimiz de zor günler geçirip bu yaşımıza geldik, hala da sıkıntılar yaşıyoruz ama kimse kimseye ‘sen beni arayıp sormuyorsun’ diye bozulmaz. Kırılırsak dostluğumuza güvenerek söyleriz, konuşur ve tatlıya bağlarız. Ama hiçbir zaman sessizliğe gömülüp diğer tarafın bunu keşfi için beklemeyiz.

Benim böyle birkaç arkadaşım daha var. Tek tek yazıp daha fazla sıkmayayım sizi. Bu kadar yazdım, sıkılmadıysanız, sabredip sonuna kadar okuduysanız zaten ana fikri az çok anlamışsınızdır. Hepimizin hayatında inişler ve çıkışlar olabiliyor, hepimizin bu dalgaları karşılama ve yönetme biçimi farklı farklı. Kimimiz dışa dönüyoruz, kimimiz içimize kapanıyoruz. Hayat bize simsiyah gelirken, en yakınlarımıza rengarenk geliyor bazen. Biz isyan ederken, en yakın arkadaşlarımız güle oynaya fotoğraflar paylaşıyor, tatil yapıyor belki de. Birileri bizi aramıyor diye, birileri bize mesaj atmadı diye o kişinin bizi artık “s*klemediği” düşüncesine kapılmamak gerek di mi? Atalarımız boşuna dememişler, ‘Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış’ diye. Birine kırgın olabiliriz, ihmal edildiğimizi düşünüyor olabiliriz, daha fazla aranmak istiyor olabiliriz; ama inanın hayat bunu karşımızdakinin kendi kendine keşfetmesini beklemek için çok kısa. Hele de ‘gerçek’ arkadaşım dediğiniz bir insansa, ona duyduğunuz saygıdan dolayı bari konuşun. İnsanoğlunun konuşabilme ve düşünebilme yetisi işte tam bu yüzden var; susup oturacaksak evrim diye bir şey olmasa da olurmuş di mi?


Yine neyle başladım, neyle bitiriyorum di mi? Çok doluydum, yazdım rahatladım. Kafanızı şişirdim, kusura bakmayın. Dişinizdeki susamı maydanozu görür görmez söyleyen insanlarla dolsun etrafınız... Hadi kaçtım bebek J

İtalya'da Yaz Tatili - Cinque Terre

$
0
0
Geç kalınan bir yazıyla nihayet karşınızdayım canımslar. Malum ülkemizin gündemi baya bir karışıktı, kalkışmaydı, nöbetti, tanktı, tüfekti derken oturup da “Ben de Cinque Terre’de öyle bir tatil yaptım ki” yazısı yazsam duyar kasan klavye bekçilerinin hedefi olurdum diye bekleyeyim dedim. Ama yani bu da can. Hem nöbet bitmiş iki gün önce, bence artık topa tutmazsınız beni. Ayrıca itiraf edin siz de merak ediyorsunuz :)

Hayatımda ilk kez yurt dışında deniz tatili yaptım, hatırlarsanız İspanya’ya gidişimi altı ay anlatmış bir görmemiş olarak İtalya’da deniz tatili hikayelerimi bir yıla yaymayı bir borç biliyorum :) Şimdi efendim, sevdiceğim yurt dışında yaşamaya başlayınca gitgeller sıkıntı olmasın diye bir yıllık schengen vizesini almayı başaran ben hop oraya hop buraya rahat rahat gidiyorum çok şükür. Yaz tatilinde de Türkiye’deki fırsatçı işletmelere para vermek yerine sakin sakin tatil yapalım istediğimizden İtalya’ya Cinque Terre bölgesine gitmeye karar verdik. Tabii biz “tüm alternatifleri değerlendirerek en optimum seçeneği seçmeliyiz” tarzı iki insan olarak bu seçenekte karar verene kadar Amalfi’sinden, Budva’sına, Dubrovnik’inden Cote de Azur’una kadar bir dolu alternatif inceleyip fayda/maliyet analizi yaptık. İki ay süren bu kararsızlığın ardından Cenova biletlerimizi aldık da rahat ettik.

Evet İtalya’da “Beş Köy, Beş Toprak” anlamına gelen ve şahane güzel olan Cinque Terre’ye gitmek için ya Pisa’ya ya da Cenova’ya uçuyorsunuz. İkisinin de Cinque Terre’ye olan mesafesi yaklaşık bir buçuk saat. Normalde 6 gece 7 gün olarak planladığımız ama darbe girişimi nedeniyle 8 gece 9 güne dönen tatilimizin 6 gecesinde La Spezia’da 2 gecesinde de mecburi olarak Cenova’da konakladık ve Cinque Terre, Portovenere, Portofino, Pisa, Cenova ve Milano’yu gezdik. Yani baya iyi gezdik :) Bu yazımı göz bebeğimiz Cinque Terre’ye ayırıyorum, diğerlerini başka yazılarda inşallah, nasılsa bir yıllık taahhüt aldım sizden :)

La Spezia'yı Cinque Terre köylerinin bağlı olduğu belediye gibi düşünebilirsiniz. Şehirlerarası trenler La Spezia’ya geliyor, Regional adı verilen ve köyleri gezen trenler de yine La Spezia istasyonundan kalkıyor. Biz başka yerleri de gezmek istediğimiz ve La Spezia’daki oteller köylerdeki otellere göre daha ucuz olduğu için La Spezia’da konaklamayı seçtik. Ama her gün denize gitmek için tren istasyonuna yürümek, tren beklemek, Monterosso’ya gitmek ve akşam bunların tam tersini yapmak bir saatimizi yemiştir. O yüzden deniz tatiline gidiyorsanız direkt Monterosso’da konaklayabilirsiniz.

La Spezia’da Affitacamare Lullaby isimli hostelde kaldık, booking’den bulmuştuk, kahvaltı ve özel banyosu olan nadir seçeneklerdendi. Tren istasyonuna biraz uzak olmasına rağmen La Spezia’nın merkezinde olması, temiz olması ve sahibi Carlo’nun dünyanın en yardımsever insanı olması sebebiyle tavsiye ederim.

La Spezia’dan trene bindiğinizde sırasıyla Riomaggiore, Manarola, Corniglia, Vernezza ve Monterosso köylerinden geçiyorsunuz. Üç günlük CinqueTerre Card alarak bu trene üç gün boyunca sınırsız binebilirsiniz, ücreti 42 €’du, ayrıca tek gidiş bilet almak isterseniz o da 4 € idi. Benim tavsiyem kesinlikle CinqueTerre Card alın (ALMADILAR), trenlere biletsiz binmek konusunda çok hassaslar, siz de lütfen bu hassasiyete duyarlı olun (ALTI GÜNLÜK TATİLİ SADECE DÖRT ADET TEK GİDİŞLİK BİLETLE TAMAMLADILAR) biz çok şükür karşılaşmadık ama bilet kontrolü yapılıyor dikkatli olun (BİR KEZ CEZA YEDİLER)

Canım çekti sondan başlayarak anlatmak istiyorum köyleri. Monterosso denize girebileceğiniz halk ve özel plajların bulunduğu başka da pek bir şeyin bulunmadığı köyümüz. Halk plajı kerbela gibi olduğundan bir özel plajlara gittik, işletmeden işletmeye fiyat değişse de bir tam gün iki şezlong, şemsiye 20 €’ydu. Ülkemizde Bodrum’da Çeşme’de kişibaşı 150-200 TL verilen ‘beachlere’ göre fiyat baya uygundu. Denizi de güzel olduğundan deniz-kum-güneş üçlüsünün tadını fazlasıyla çıkardık. Monterosso ile ilgili bir de yemek tavsiyesi vereyim: Sevgili Vedat Milorcuğumun önerisiymiş, biz de gittik denedik, sevdik. Ristorante Belvedere akşam yemeği yemek için güzel bir restoran. Deniz ürünlü makarnasını ve ev yapımı şarabını mutlaka deneyin. Şarap harikaydı.































Diğer bir köyümüz Vernezza… Manzaranın (yani instagram fotolarının :)) en güzel olduğu köy burası. Renkli renkli evleri çekmek için güzel açılar yakalayabiliyorsunuz. Köy küçük, tamamını gezmek (ki gezmenize gerek yok) bir saatinizi alır, bizim gibi tren istasyonundan denize çıkan sokağı yürüyüp delice foto çekmek de yarım saatinizi :) Vernezza’ya akşam yemeği zamanı giderseniz Trattoria Da Sandro’da yiyebilirsiniz, öğle vakti giderseniz de Gelateria Vernazza'da dondurma yiyin mutlaka…




Corniglia ortadaki köy, trenden indikten sonra poponuzdan ter akıtan ama manzarası müthiş 360 basamağı çıkarak köyün merkezine ulaşıyorsunuz. Corniglia dar sokaklarıyla ve küçük küçük renkli dükkanlarıyla gezmesi en keyifli köy. Açıkçası en uzun zaman geçirdiğimiz köy Corniglia’ydı, hem fotoğraf için hem de keşfetmek için bir sürü yeri var. Köyün merkezinde Cafe Matteo’da soluklanabilir ve şahane bir mojito içebilirsiniz. Yanında getirdikleri ikramlar ve zeytinler de şahane. Tavsiye ederim.





























Gelelim Manarola’ya… Manarola ikinci güzel manzaraya sahip ve Cinque Terre diye Google görsellerde arattığınızda karşınıza çıkan fotoğrafların %60’ına kaynak sağlayan köyümüz :) Yamaç boyunca yaptıkları yürüyüş parkuru sayesinde köyü cepheden fotoğraflayabiliyorsunuz. Seyir keyfi çok güzel bir köy, gezmesi en fazla yarım saatinizi alır, kalan zamanınızı günü batırarak, fotoğraf çekerek ve köyün renkli evlerine hayran hayran bakarak geçirebilirsiniz. Ayrıca Manarola’da tüm gezginlerinin ve gurmelerin önerdiği, iki gün önceden rezervasyon yaptırmazsanız sezonda yer bulamayacağınız ve hayatınızın en güzel balığını yiyeceğiniz Trattoria Del Billy’de akşam yemeği yiyin. Biz Carlo’dan rica ettik, kendisi iki gün önce restoranı aradı, rezervasyon yaptırdı, hamili kart yakinimdir bile dedi. Biz de böylece bu güzel restoranda çok güzel bir akşam yemeği yemiş olduk.
































Gelelim son köye… Riomaggiore… Burası da oldukça küçük ama diğer köylere nispeten özellikle akşamları oldukça hareketli bir köy. Sahil kısmında yerleşik manzarasına paha biçilemeyecek bir sürü restoranı var, buraya da erken saatte rezervasyon yaptırırsanız dışarıda sokak şarkıcılarının müziği eşliğinde güneşi batırabilirsiniz. Biz dışarıda yer bulamasak da Ristorante Dau Cila’da güzel bir akşam yemeği yedik, Carlo’nun söylediğine göre Riomaggiore’nin en iyi restoranıymış kendisi. Bir de normalde diğer köylerde pek rastlamadığımız güzel bir bar var burada, ismi Bar'o'netto. Kokteylleri ve yol üzerindeki köyün meydanıyla içiçe mekanıyla çok keyifli bir yer, uğrayabilirsiniz.





























Cinque Terre köyleri arasında yürüyerek de yani trekking yaparak da gezilebiliyormuş önceleri, hatta Monterosso ile Vernezza arasındaki yol Aşıklar Yolu diye geçiyormuş, söylenene göre çok eskilerden iki köydeki aşıklar bu yolda buluşur bir de kilitler asarlarmış aşklarını ölümsüzleştirmek için. Ama yoğun yağış alan bölgedeki bazı köylerdeki trekking yolları heyelan tehlikesiyle kapatılmış. Meraklısı değilseniz binin trene gezin zaten :)

Pisa, Cenova, Portovenere ve Portofino’yu sonraki yazılarımda anlatıcam ama söylemeden geçemeyeceğim gerçekten hayatımın en güzel yaz tatillerinden biriydi (HER TATİLİ İÇİN BUNU SÖYLEDİ :)) Uçağımıza saatler kala iki gün İtalya’da mahsur kalsak da, sevgilimin pasaportu çalınıp başımıza bi ton iş gelse de iyi ki gitmişiz. (Umarım kendisi de böyle düşünüyordur)

Cinque Terre’nin En’leri

Gezmesi en keyifli köy – Corniglia
Manzarası en güzel köy – Manarola & Vernezza
Denizi en güzel köy – Monterosso
En güzel akşam yemeği – Trattoria del Billy (Manarola)
En güzel balık – Trattoria del Billy
En güzel şarap – Ristorante Belvedere (Monterosso)
En güzel mojito – Cafe Matteo  (Corniglia)
En güzel dondurma – Gelateria Vernezza (Vernezza)

İtalya'da Yaz Tatili - Porto Venere & Portofino

$
0
0
Bu hayatta kendime koyduğum üç hedef var: Birincisi kitap yazmak, ikincisi Aykut Kocaman'la tanışmak ve üçüncüsü footprint yarışında hatırı sayılır bir rakama erişebilmek... Şimdi böyle üçünü ardı ardına yazıp okuyunca üçü de birbirinden zor göründü gözüme ya neyse...

Bilmeyeniniz kaldı mı bizim footprint yarışımızı? Kaldıysa kısaca özetliyorum ki benim hayat ve seyahat partnerim sevgilim yaşının karesinin üç katının beş eksiği kadar yani 58376362 adet kıta-ülke-eyalet-şehir-köy-kasaba-mezra falan görmüş ve bu gerçekten onun için gurur duyulası bir rakam olsa da benim için gayet sinir bozucu. Hayır yani ben de bu yaşıma kadar binlerce kitap okumuşumdur ve bunu hiçbir zaman gözüne sokmuyorum (TABİİ Kİ SOKUYORUM) Sadece şerefli bir yarışmacı olarak geriden gelip geçebilir miyim hesabı yapıyorum (TABİİ Kİ GEÇEMEYECEĞİM) Hostes olmak için de yaş sınırı varmış diye duydum, gitgide moralim bozuluyor. 

İlk iki paragrafı saçmalamama ayırdığıma göre asıl konuya gelebilirim bence. Şimdi canımslar yurtdışına gidince yirmi dört saatin her anını 'yeni yerler görmeliyim, oturmam hata, buraya yakın neresi var, trenle nerelere gidilebilir, allahım gezmeliyim, yeni yerler, oturma oturma, kalk, yürü' psikopatlığıyla geçiren bir çift olarak tabii ki İtalya'daki yaz tatilinde de güneş kremi sürüp güneşlenmedik. Sabah ezanıyla uyanıp yakında gidilebilecek yerlere gidip, sonrasında güneşin tadını çıkardık. La Spezia'nın birçok yere gidilebilecek bir ulaşım noktasında olduğundan bahsetmiştim. Bundan yararlanarak bir sabahımızı Portofino'ya bir günümüzü de Porto Venere'ye ayırdık. Açıkçası anlatacak pek de bir şey yok bu iki kasabada. 

Porto Venere renkli evler, güzel plajlar, tarihi kale ve sağda solda fütursuzca güneşlenen gençleriyle özetlenebilecek bir kasaba. Gezilecek kısmı taş çatlasın iki saat. Sonrasında bir başka yere geçebilir ya da özel plajlardan birine giderek denize girebilirsiniz. Biz sabah La Spezia'dan Porto Venere'ye giden belediye otobüsüne bindik (Bilet = 5 €/each), yaklaşık 40 dk sonra Porto Venere'de indik, bir saat kadar dolaştık sonra da plajlardan birinde denize girip güneşlendik. Bu kadar. Pek fazla bişe beklemeyin yani :)

























Portofino'ya gelince... Orası Porto Venere'den de küçük, lüks yatları, efsane pahalı restoranları, kokoş kadınları, polo yakalı tişörtlü göbekli tekne sahibi amcaları, şirin manzarasıyla özetlenir, gezmesi gerçekten bir saatinizi almaz. La Spezia'dan Cenova yönüne giden trene binip Santa Margarita istasyonunda iniyorsunuz, istasyonun önünden kalkan otobüse binip Portofino'nun merkezine ulaşıyorsunuz. Sonrasında oraya ulaşmanız için harcadığınız bir saatin yarısı kadar bir zamanda Portofino'yu gezip 'Eee şimdi napıcaz' diye sorarken buluyorsunuz. Portofino'da limanın yanında bir kale varmış, dedik bari oraya çıkalım, çık çık çık tırman tırman tırman, sıcakta imanımız gevredi, kapıya ulaştık, meğer kapalıymış. Tırıs tırıs geri indik. Sonra dedik ki bari Portofino'da denize girelim, check in yaparız, havamız olsun. Plajların birine gittik. Plaja girmemizle çıkmamız 2 dk sürmedi. İki kişi tüm gün sadece giriş ücreti 100 €'ydu... Evet 100!!! Biz tüm tatil boyunca plaja o kadar para vermedik hacı, sadece bir gün avuç içi kadar plajına bu parayı vericem üstüne yeme içme dersen maaşı bırakıp çıkıcam. Oldu canım!! Tabii ki girmedik. Efendi efendi Santa Margarita'ya dönelim dedik ama baktık salak plaja bakalım derken otobüsü kaçırmışız, sonraki otobüsü beklersek de treni kaçırcaz. Ve hayatımızda ilk kez otostop çektik. Evet böbreğimiz çalınabilirdi, evet tecavüz edilip öldürülebilirdik, evet kolumuzu kesip dilendirebilirlerdi, evet Rus mafyasına satıp escort kız  yapabilirlerdi ama hiçbiri olmadı tontiş bir amca durdu, biraz pis olsa da bizi arabasına aldı. Şili'liymiş, ingilizce bilmiyordu ama kendisiyle İspanyolca anlaşabildik, sağolsun bizi tren istasyonunun önüne kadar bıraktı. Tontiş amca teşekkürler. Onun sayesinde trene yetiştik, gittik 16 € verip misler gibi Monterosso'da denizimize girdik. Portofino'ymuş... Para tuzağı canım. Açıkçası 'we couldn't find love in Portofino' Love is in Cinque Terre tamam mı kapitalist beachler :)






İtalya'da Yaz Tatili - Cenova & Milano

$
0
0
Tatilimizin piyangodan çıkan ve en olaylı kısmına hoş geldiniz. En başından söyliyim de motivasyonunuz artsın, bu İtalya serimize ait sondan bir öneki yazı... Sizi daha fazla bıktırmayacağım. Şimdi Cenova ve Milano'yı anlatıp en yazımda Pisa'yla İtalya'ya ve size veda edip yeni rotamı planlama adımına geçiyorum canımslar...

Daha önce söylediğim gibi Cinque Terre tatilimiz için gidiş dönüş biletlerimizi Cenova üzerinden almıştık. Dönüş biletimiz 16 Temmuz 13:20 idi ve 15 Temmuz gecesi otel odasında valizlerimizi toplarken ülkede darbe girişimi oldu. Saatler boyunca bir elimizde telefonlarımız diğer elimizde bilgisayar ülkede neler olup bitiyor diye izleyip sevdiklerimizden haber almaya çalıştık. İşin kötüsü havaalanı kapatılmıştı ve yaklaşık 8 saat sonra uçağımız kalkmalıydı.

Kalkmadı... Kalkamadı... Cenova havaalanına gittiğimizde bizimle birlikte bir uçak dolusu Türk Hava Yolları yolcusunun Türk Hava Yolları ofisine doluştuğu ve uçağın ancak iki gün sonra kalkacağını öğrendik. Sağolsun törkiş airlayns bize ve diğer yolculara havaalanı otelinde iki gün konaklama sağladı ve maalesef ne geldiyse başımıza o otelde geldi...








Evet olanlar yukarıda anlattıklarımla sınırlı değildi. Cenova'da mahsur kaldığımız iki günden birinde Milano'ya gidelim dedik, öncesinde de hava alanında uçak biletlerimizle ilgili son işlemleri yapmamız gerekiyordu. Otelden çıkıp hava alanına gittik, orada Cenova oradan da trenle Milano... Milano'da bir günde gezilebilecek yerleri (ki Duomo Katedrali ve yanındaki über lüks mağazalarla dolu yer dışında pek de görülecek bir şey yok bence) gezdik, çok güzel bir mekanda birer içki içtik, sonra daaaa geri dönüş yoluna geçtik. Ancak geri dönüş yolunda fark ettik ki benimkinin pasaportu kayıp... Oteldedir ya en son masadaydı deyip kendimizi rahatlattık, sonra otele döndük ve nah oteldeydi... Saatlerce her yerde aradık. Cenova'daki tren istasyonunu, uğradığımız eczaneyi, havaalanını, otelin koridorlarını, odadaki yatakların altını, her yeri yani... Yoktu. Ve benim sevdiceğim yurtdışında yaşadığı ve çalıştığı için pasaportunun kaybolması demek çalışma ve oturma izninin de kaybolması demekti. Sıçmıştık!!! 






Bundan sonraki yine yeni yeniden kamu spotu tadında bir yazıdır ki geçen de söylediğim gibi "Allahım senin benimle zorun ne ki ele güne bu tarz bilgilendirme yazıları yazdırmak için benim üzerimde garip deneyle uyguluyorsun, warum? why? por que?"

Yurtdışında pasaportunuz kaybolursa/çalınırsa en yakın polis karakolundan kayıp başvurusu yapın, aldığınız belge çok önemli, bulunduğunuz ülkeden o kağıt sayesinde çıkacaksınız çünkü. Eğer bulunduğunuz şehirde Türk Konsolosluğu varsa oraya gidip geçici pasaport alınabiliyormuş ancak maalesef İtalya'da bize en yakın konsolosluk Milano'daydı ve biz Milano'da fink fink gezerken pasaportun kayıp olduğundan habersizdik :( Google, blog, ekşisözlük üzerinde yaptığımız araştırmalara göre pasaportun ve vizelerin fotoğraflarını ve fotokopileri yanında tutmak lazımmış. Ama onları da asıl çantanızda değil de (olur da asıl çantanız çalınırsa diye) başka bir yerde saklamalıymışsınız. Bulunduğunuz ülkeden çıkarken polisten aldığınız belge, uçak biletiniz ve geçerli bir kimlik belgesi göstermeniz gerekiyor ve o geçerli kimlik belgesi mümkünse nüfus kağıdınız olsun zira onlar ehliyeti kimlikten saymayabiliyorlar, ikna etmek için cüzdandaki tüm kartları çıkarıp olduğunuz kişi olduğunuzu kanıtlamaya çalışmak cidden stresli...

Özetle biz İtalya'dan güç bela çıktık, darbe girişiminin iki gün sonrası AHL ana baba günüyken güç bela ülkeye giriş yapabildik. Ancak o zamandan beri benimki çalıştığı yere geri dönemedi. Türkiye'de mahsur durumda. 

Artık kötü niyetli insanların gözü nasıl kaldıysa tatilde paylaştığım fotoğraflarda, hemen nazar değdirdiler, son iki günde başımıza gelmeyen kalmadı. Kenafirler, fesatlar... 

Hüzün Mevsimi

$
0
0
Yazının başlığını görünce hüzünlü bir yazı yazdığım sanılabilir, yanılıyorsunuz. Mevsim hüzün mevsimi olsa da ben artık başıma gelenleri tiye alıp gülmeyi baya baya öğrendim. Çünkü diğer türlüsünü denedim, bi boka yaramıyor. Ağlamalı, salyalı, sümüklü yılın ilk altı ayı sonucu elime geçen yine bir şey yoktu, şu anda da yok. O yüzden bari ciğerimi soldurmayayım dedim boş yere.


Bu yıl başladığında kendi kendime demiştim ki, 2017’ye bu ülkede, bu şehirde, bu işte, bu evde değil; var olan koşullarımdan en az birini değiştirmiş olarak gireceğim falan filan. 1 Eylül itibariyle şafak karanlık, itiraf ediyorum. Büyük ihtimalle yeni yıla gayet de aynı koşullarda gireceğim, değişen tek şey kilom sanırım onun dışında bir yılda hiç mi gelişme kaydedilemez arkadaş! Ayıp cidden.

Hani bir ara yazmıştım, insanlar plan yapar tanrıysa gülermiş diye. Beni izleyen yaradan rabbim baya eğleniyordur eminim. Her bir olasılığı benim üzerimde deneyip sabrımı sınadığı için sağolsun artık olanlara şaşırmaz hale geldim. Dün mesela adım ve fotoğraflarım kullanarak yeni bir facebook hesabı açmış birisi, herkese arkadaşlık isteği göndermiş. Yarım saatte hayatım boyunca almadığım kadar mesaj ve telefon aldım yemin ederim. Y kuşağı olarak fazlaca uyanığız anam biz de, herkes “aman diyim” diye haber verdi. Neyse buna ilişkin uyarıda bulunmak için iş arkadaşlarımın yanına gittiğimde onların ilk tepkisi “böyle bir şey anca senin başına gelirdi zaten” oldu. Dünya kanıksamış looserlığımı.

Neyse ama hepsi bir sınav diil mi canııımmm? Beni yıkmayan napıyordu, güçlendiriyordu. Ben de şu an 1200 CP’li Jigglypuff gibi güçlü güçlü takılıyorum valla. Zaten Pokemon Go oyununa sardım, işi gücü bıraktım, sağda solda pokemon avlıyorum. İnternet kotamın ve şarjımın anasını ağlatıyor ama adeta bir uyuşturucu meret! Bakırköy’deki tüm pokestopları, tüm gymleri, lure atılan yerleri falan öğrendim. Hedefim Misty olup Usta Pokemon Ash’i baştan çıkarmak :p Akşam ne yaptın diye soruyorlar mesela, ava çıktım diyorum. Sanırsın yavrularını doyurmaya çalışan dişi aslanım amk, ne avı diyo insanlar tabi. Yolda yürürken elimde telefonla kesin bir gün bir otobüse falan çarpıcam, dikkat edin bana otobüs çarpacak demiyorum, öyle şuursuz bi moda giriyor ki insan, gözü bir şey görmüyor. "Yine mi gerizekalı Zubat, mal Pidgey ne diye kaçıyorsun" gibi sesli tepkiler veriyorum falan. Lure atılan yerlerdeki topluluklardan anlıyorsun diğer pokemon oyuncularını, aynı davanın yoldaşı gibi hissediyorsun onları görünce, evet tamamen salakça farkındayım ama napıyım sonuçta oyunun mantığı artırılmış gerçeklik.


Şimdi diyeceksiniz ki yine saçmaladın, neyle başladın neyle devam ettin! Artık böyle cidden. Bir elimde telefon bir elimde poketopu umurumda mı modundayım.  Geçen gün Ash’imle çıktığımız bir av sırasında elimizden kaçan bir pokemon için hayıflanırken durup dedim ki “farkında mısın yaşıtlarımızın çocukları var, beziydi, bokuydu, püsürüydü, okuluydu, kaydıydı falan uğraşıyorlar; bizim de en büyük derdimiz ‘o Magmar’ı nasıl kaçırdık’ sanırım bu işte bir gariplik var” Ama hemen sonra “yok ya gariplik diğerlerinde” deyip karşıma çıkan Onix’i avlamaya koyuldum.


İşte hüzün mevsimi bana böyle başladı… Bakalım neler getirecek, neler götürecek, 10 kmlik yumurtamdan hangi pokemon çıkacak :)

Raid Elektrolikit

$
0
0
Başlığa bakıp “Ayy firma buna para vermiş, bu da yazısını yazmış” diye yaftalayanlar için peşinen söyleyeyim bu tamamen kendi hür irademle yazdığım yazıdır ve sanırım kitap/dizi/film gibi tavsiyelerim dışında ilk ürün tavsiyem, övmem, göklere çıkarmamdır.

Sivrisinekler… Bataklıkları kuruyasıcalar, dişileri tükenesiceler… Emdiler, kanımı tükettiler şerefsizler. Bütün bir yaz evde on kişi kaldığım dönemlerde bile beni beni Bihterlerini ısırdılar, uykularımı haram, rüyalarımı zıkkım ettiler. Kollarımı, bacaklarımı kaşımaktan, üç kuruş uyuyabilmek için yazın kırk derece sıcağında pikenin altına saklanmaktan, başucumdaki kolonyayı boca etmekten yeminle bezmiştim.


Bu yıl mı arttılar yoksa her yıl mı böyle çete halinde dolanıyorlardı bilmiyorum ama bu yaz anamdan emdiğim süt burnumdan, alyuvarlarım damarlarımdan geldi. Yatak odamdaki cam açık yatıyorum zaten esmiyor da, tamam benim beceriksizliğim bir sineklik taktırmamış olmam ama bunun sivrisinekleri daha barışçıl yapması gerekmez miydi? Neden bana kelimenin gerçek anlamıyla diş bilediler, neden?

Yazın bitmesine bir aydan az kala yine bir sabah sivrisinekler yüzünden uyuyamadığımdan şikayet ediyordum ki iş arkadaşım cennetlik insan raid elektrolikit al artık diye isyan etti. Ben de gittim, kıydım paraya, o gün aldım bir tane.


Akşam pek de umut taşımayarak taktım prize ve sessizce yatağa girdim. Gözlerimi kapattım ve beklemeye başladım. O da ne? Alarm çalıyordu, sabah olmuştu ve ben bir tane bile sineğin tacizine maruz kalmadan uyumuştum. Evet nihayet o sinsi sivrilerin evlerine ateşler salmıştım, intikamımı almıştım, damarımdan emdikleri kanı burunlarından getirmiştim. O günden beri evimdeki en sevdiğim ürün raid elektrolikit. Kim keşfettiyse Allah ondan bin türlü razı olsun. Okudum kanserojen, petrol ürünü falan yazıyor ama inanın sivrisineğin bulaştıracağı sıtma < raid elektrolikitin üç aylık zararı.


Şimdi biliyorum duyarlı kesilip “aa olur mu canım ne kadar zararlı o şeyler” falan diye söylenmeyin. Ona bakarsanız evimizdeki, işyerimizdeki wi-fi ağı da radyasyon, cep telefonlarımız, bilgisayarlarımız, televizyonun yaydığı dalgalar, yediğimiz içtiğimiz bir sürü şey. O yüzden elektrolikitime laf söyletmem arkadaş. Biz onunla çok mutluyuz, seviyoruz birbirimizi.

İtalya'da Yaz Tatili - Pisa

$
0
0
Yeni gezilere bir kala sona kalan şehir Pisa'yı da anlatıp rahatlayayım istedim. Hem malum bayram tatili, birçoğunuza dokuz gün tatil, olur da Pisa'ya gidersiniz ama ben bu güzide yazıyı yazmadığım için boynunuz bükük dönersiniz diye yine sizi düşündüm ve işte buradayım. 

Pisa şehri minicik bir şehir açıkçası, o yüzden uzun uzun yazılacak pek bir şeyi yok. Hatta var olan tek şey şehirle aynı ismi taşıyan Pisa Kulesi. Hemen herkes kuleyi itekler halde fotoğraf çekinip, "vay anasını hakkaten yamukmuş" deyip, "ee bitti o zaman hadi dönelim" modunda ziyaret ediyor Pisa'yı eminim.

Açıkçası gitmeden önce hem internetten hem de daha önce giden arkadaşlarımdan "aman yaeee gitmeyin gerçekten gereksiz bir yer" lafını okudum ya da duydum. Hayır, hakikaten bunu söyleyen herkes sırf ortamlarda "Pisa'ya hiç boşuna gitmeyin bi bok yok eğik bi kule işte" diyebilmek için Pisa'ya gitmiş gibi gelmişti. Zira bir kişi de gidin görün demez mi? Neyse biz tabii ki 'footprinte ne kadar şehir eklersek o kadar kardır' adlı sidik yarışımıza bir şehir daha eklemek adına yarım günümüzü Pisa'ya ayırmaya karar vermiştik.

Şanslıydık ki La Spezia'dan Pisa'ya doğrudan tren var ve 1 saat 20 dakika sürüyor sadece. Biz de ilk gün yarısını yolda geçirdiğimiz günün geri kalanını değerlendirmek için otele bavulları bıraktıktan sonra Pisa'ya giden ilk trene atladık. 

Pisa'da tren istasyonundan çıkıp karşıdaki sokaktan öyle dümdük yürürseniz Pisa Kulesi'ne çıkıyorsunuz zaten. Bu yürüyüş yaklaşık 20 dakika sürüyor, kuleye doğrudan giden ve istasyonun önünden kalkan otobüsler varmış ama dediğim gibi en azından şehrin ana caddesinde yürümüş oluruz diye düşünüp biz tercih etmedik. Bahsettiğim cadde alışveriş caddesi tarzında bir cadde, sağlı sollu bir sürü mağaza, mekan, cafe, restoran var. Caddeyi Arno Nehrinin üzerine yapılan köprü ortadan ikiye bölüyor ve köprüden güzel fotoğraflar çekebiliyorsunuz. Köprüden geçtikten sonra solda küçük bir dondurmacı var, önü dolup taşıyor diye biz de yiyelim dedik ama dondurmanın lezzetine eh işte derim ancak. Zira Roma'da Giolitti'de yediğim dondurma ve Vernazza'da Gelateria Vernazza'da yediğim dondurmalar gerçekten efsaneydi.




Neyse ağzımın akan sularını silip yolumuza devam edersek işte Pisa Kulesi :) Cidden yamuk ve cidden komik... Garibim kulenin altı kaygan toprak olmasından mütevellit her yıl 0.05 cm mi ne eğiliyormuş. Hayır aynı kaderi Pisa Kulesi'nin yanındaki Vaftizhane Binası da paylaşıyor, zira ona da dikkatli bakarsanız onun da bir tarafının hafif içe çökük olduğunu görürsünüz. Şahsen Avrupa'nın simetrik ve sanatsal mimarlarına, inşaat mühendislerine, zemin etütçülerine kayaç toprağa metrelerce yüksekliğinde kule dikmelerini hiç yakıştıramadım. Oysa bizim Galata Kulemiz öyle mi?







Pisa Kulesi'nin çan kulesine çıkılabiliyor, bir sürü insan gördük tepesinde ama biz çıkmadık. Zira panaromik Pisa şehri manzarasını görsek nolur görmesek nolur.

Ve gelelim klişeler klişesi kuleyle fotoğraf çekinmeye. İstisnasız herkes kuleyi itiyordu arkadaş! Ve evet itiraf ediyoruz, biz de o pozu verebilmek için üşenmedik kalktık gittik. Ohh iyi de oldu. İnstagram profilimin diğerlerinden farkı ne pardon :D





Eskiden Pisa Kulesinin yanındaki parktaki çimlere basmak yasak değilmiş, öyle olduğu için de daha güzel açılar yakalanabiliyormuş ama şimdi o çimlere girmek yasak bu yüzden herkes kaldırımdan birbirinin pozuna limon sıkmadan fotoğraf çekmeye çalışıyor. Sanırım orada bir saatimizi geçirmişizdir, nihayetinde kule itmek ciddi bir iş, aceleye gelmez!

Yeterince fotoğraf çektikten sonra geldiğimiz yoldan mehter marşıyla geri dönüyoruz. Toplamda yol dahil 4 saatimizi harcadığımız Pisa'dan dönerken "iyi ki gelmişiz" dedik valla. O yüzden ben diğerleri gibi yapmıcam canımslar, Pisa'ya gitme fikriniz varsa ve değer mi değmez mi diye araftaysanız gidin cidden. Bence görülmesi gereken bir yer! Gidin şu kuleye bir de siz el atın gelin :)

Bir Bekarlığa Veda Hikayesi - Belgrad

$
0
0
Son zamanlarda o kadar çok "gezi" yazısı yazdım ki, acaba blogumun formatını, içeriğini, adını falan değiştirsem mi diye aklımdan geçirmiyor değilim. Zira hani nerde benim bunalım yazılarım ve peşine yazdığım "asla pes etme, güneş elbet doğacak" temalı gaza getirici yazılarım... Varsa yoksa nerde sürttüm onu anlatır oldum. İkinci bir blog mu açsam diyorum, ona da üşeniyorum zira burada beş yıllık bi emek var. Hal böyleyken birazcık daha kafanızı gezi yazılarımla ütüleyebilirim, şimdiden affola!

Aslında dokuz gün olmayan ama yıllık izin alıp dokuz gün haline çevirdiğim kurban bayramı tatilimi planlamak ABD ekonomisini planlamaktan çok daha zor oldu. Zira ilk plan sevgiliyle Viyana'ya gitmek, sonra Münih'e geçmekti. Sonra fark ettik ki sevgili yenilenen pasaportuyla Avusturya'ya giremez.  O yüzden dedik Berlin'e gidelim. Ama maalesef bayram tatiline iki gün kala sevgilinin pasaportu hala çıkmamıştı. Yani o Kapıkule'den öteye geçemeyeceği için, ben son dakika bir planla Belgrad'a gitmeye karar verdim. Hayır, havaalanına gidip "Bana kalkan ilk uçağa bilet ver, nereye gittiğinin önemi yok" demedim, o kadar da değil. İşyerinden çok sevdiğim bir arkadaşım bu ay sonu olan düğününden önce kız arkadaşlarıyla Belgrad'da bekarlığa veda seyahati organize etmişti, biraz son dk montesi oldum plana ama bence oldum yani. Benim sorunsuzca aralarına kabul eden diğer altı hatuna bir kez de buradan teşekkürlerimi sunuyorum :) 

Wifi bulan masum kızlar
Efendim Belgrad malumunuz Sırbistan'ın başkenti, para birimleri Sırp dinarı, alfabeleri Kiril alfabesi. İstanbul'dan yaklaşık 1,5 saatlik bir uçuşla Belgrad Nikola Tesla Havaalanına iniyorsunuz ve yirmi yıl öncesinin Türkiye'sine merhaba diyorsunuz. Gerçekten de yurdumun doksanlardaki haline benziyor Belgrad. 

Sırp Dinarı çok değersiz, resmen acıdık insanlara. Şöyle ki 1 € = 123 RSD, 1 TL = 40 RSD desem az buçuk vaziyeti anlarsınız heralde. Paranın değersiz olması yetmezmiş gibi her şey çok ucuz. Biz 7 kişi şehrin göbeğinde Booking Rooms adlı otelde üç gece konakladık, kişibaşı 75 € ödedik öyle söliim. Akşam yemekleri sonrası 12000 Dinar hesap geliyordu, ilk etapta beyin yansa da sonra binlikleri pat pat masaya koyuyorsun falan baya zevkli oluyor. Monopoly oynuyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz orada geçirdiğiniz süre boyunca.

Belgrad'da iki tam günde rahatlıkla gezilebilecek bir şehir. Hatta cumartesi sabah gidip pazar akşam dönmek suretiyle yaklaşık 150 € gayet güzel bir gezi yapabilirsiniz derim. Şehirde gezilecek belli başlı yerleri ben de yazayım adet yerini bulsun. Zaten siz benim bloguma gelene kadar ohoooo gezi yazılarını yalayıp yutmuşsunuzdur.







Knez Mihaylova:Burası Belgrad'ın en işlek, en civcivli caddesi. Gerek alışveriş için, gerekse dolaşmak için en doğru adres... Ayrıca caddenin bir ucu diğer önemli nokta olan Kalemegdan'a çıkıyor ki bir taşla iki kuş vuruyorsunuz.



Kalemegdan: Kalemegdan Osmanlıcadan Sırpçaya yakınsamış ve Kalenin bulunduğu alana verilen ad. Mutlaka gezmelisiniz çünkü iki nehrin kesiştiği kısmı yukarıdan görme şansını buradan bulabiliyorsunuz ve eğer park bahçe seviyorsunuz burada çok güzel vakit geçirebilirsiniz.



Nikola Tesla Müzesi: Bu ulvi adamın hayatını dinlediğiniz, buluşlarını görebildiğiniz küçük bir müze Tesla Müzesi. Yürüyerek şehir merkezine biraz uzak (Krunska 51'de) ama keyifli bir rota ve yarım saatte ulaşabilirsiniz. O yüzden bence yürüyün :) Pazartesileri hariç her gün 10:00-18:00 arası açık. Giriş ücretli, biletler 4 € (Sudan ucuz bence :))




Aziz Sava Katedrali: Zamanında Osmanlı askeri Sinan Paşa tarafından öldürüldüğünü öğrendiğimiz ve sınırları içindeyken Türk olduğumuzu pek belli etmemeye çalıştığımız Aziz Savacığın katedrali dıştan güzel görünse de (camiiye benziyor açıkçası) içi tırt, tadilat falan var, çıplak bir katedral. Açıkçası başıma bişe gelmeyecekse sevmedim.


Skadarska: Bu cadde sağlı sollu restoranlarla bezenmiş, her birinden lokal şarkıların tınılarının taştığı, bizdeki fasıl mantığında orkestranın masa masa gezdirip insan coşturduğu bir yer. Bir akşam yemeği yiyebilirsiniz müzik eşliğinde.

St. Mark's Kilisesi: Dıştan çok afilli görünen mimarisinin özellikle akşam vakti güneş batarken pek bir etkileyici olduğu kilise. Tajmajdan Parkının yanıbaşında olmasından mütevellit burada da bir taşla iki kuş vurabilirsiniz :)

Gelelim yemelere içmelere mekanlara önerilere...

Tri Sesira - Skadarska'da olan bu restoranda müzik eşliğinde Cevapi yiyin. Çok lezzetliydi.


Lorenzo & Kakalamba - Dünyanın en garip dekorlu bu restoranında aslına bakarsanız ne yerseniz yiyin. Zira etrafınıza bakmaktan yediğiniz şeye çok da odaklanamayacaksınız. (Cvijiceva 110)






Cantina de Frida - Beton Hala'da bulunuyor, burası nehrin kenarında sıralı restoranların bulunduğu bir bölge. Frida'da yediğim yemek çok lezzetli olmasına rağmen servis ve garsonların tavrı çok iticiydi o yüzden pek memnun kalktığımızı söyleyemeyiz. Mekan akşam 10-11'den sonra canlı müzik yapılan bir kulübe dönüyor, kafanız gürültü kaldırmıyorsa içeriye oturmayın derim.



Freestyler - Gece kulübü oluyor kendileri. Nehrin diğer kıyısında sıralı bir sürü clubdan biri. Reina havası var (REİNA'ya HAYATINDA GİTMEDİ) Gençler kopuyor, müzikler biraz eski, neden popüler müzik çalmaz DJ çok anlamadık. Belki de bize öyle denk gelmiştir. Sırp hatunların güzelliği ile Sırp erkeklerinin yakışıklılığına burada şahit olabilirsiniz. Maşallahı var iki cinsin de. Bunlar kadınsa biz neyiz dedirtiyor bazıları.

The Bacio - Tesla Müzesine giderken sol tarafta kafelerin, şirin masaların bulunduğu yerdeki (adresini hatırlamadığım için böyle kurtarmaya çalışıyorum çaktırmayın) bu kafede cheesecake yiyin. Benden söylemesi hayatınızın en en lezzetli cheesecake'ini yiyeceksiniz.


Mala Gostionica - Knez Mihajlova'nın paralel caddesinde yer alan ve kahvaltısı kadar içerisindeki dekorun şahane olduğu bir mekan. Peynirli omlet yiyebilirsiniz, on yumurtayla falan yapıyorlar sanırım, pek bir güzel doyuyorsunuz. Ayrıca içeride de bol bol foto çekinirsiniz, instagramınız şenlenir :)




Toma - Burası Belgrad'ın Simit Sarayı gibi bir yer, birkaç merkezi noktada bulunuyor ve sabahları hamurişi yoğun karbonhidrat bazlı bir kahvaltı için birebir. Poğaçaları, tatlıları, kruvasanları falan pek bir lezzetti.


Son olarak da püf noktaları vereyim:

- Sakın ola sonu TX'le bitmeyen taksilere binmeyin. Dolandırıcı çıkıyor şerefsizler. Bizim başımıza geldi, iki grup halinde iki taksiye bindik, öndeki arkadaşlarla şöfor kavga etti, bizim taksideki de bizim 2 adet 50 euromuzu alıp "euro geçmiyor" deyip geri verdi. Meğer el çabukluğuyla paraları değiştirip bize 2 adet 50 dinar vermiş. Yani bizden yaklaşık 350 TL alıp bize 2,5 TL para vermiş. Fena kazıklandık yani. Bir de gecenin bir yarısı efelendiler bize, korktuk salak gibi uzaklaştık. Halbuki plakalarını alıp polise şikayet etseydik. O yüzden mümkünse taksiye binmeyin, binerseniz mekana çağırtın ya da pink taksi logosu olanları seçin.

- Kıskanç bir kadın/adamsanız partnerinizle birlikte Belgrad'a gitmeyin. Zira dedim ya hoş insanlar kendileri, özellikle kadınları kendine baktırıyor, baya taşlar. Sevgiliniz/kocanız da insan yani, bakar. Sonra kavga edersiniz. O yüzden ayrı ayrı gidin :)

- Sokakta satılan ve 1 TL olan patlamış mısırdan yiyin. Çok lezzetliydi.

Oktoberfest 2016

$
0
0

Sevgilinin günün birinde tası tarağı toplayıp Münih'e yerleşmesinin tek güzel yanı Oktoberfest'in artık kurban bayramı kadar erişilebilir ve doğal bir olay haline gelmesidir sanırım. Yani sizi bilmem ama ben kendimi bu şekilde avuttum çoğu zaman.

Zira geçen yıla kadar tek bir fikrimin olmadığı ve gitme yönünde sıfırın altında eksi on istek taşıdığım bu festivale adam Münih'e yerleştiğinden beri gün sayar olmuştum. Hayır yani ne olacaksa! Bendeki de gösteriş merakı, oktoberfest'te check-in, bir iki instagram fotoğrafı ve evet işlem tamam di mi :)


Ama öyle olmadı! Ben bile şaşırdım...

Efendim Oktoberfest'le ilgili wikipedik bilgiler işte böyle:

Festival, geleneksel olarak, Ekim ayının ilk Pazar gününü de içine alacak şekilde 16 gün sürer. Alman devletçiklerinin birleşmesinden sonra festivalin programı değiştirilmiş ve eğer ekim ayının ilk pazarı ayın 1'ine ya da 2'sine denk geliyorsa festivalin süresi ayın 3'üne yani Almanya Birleşme Günü kutlamalarına uzatılmaktadır. Festival, genellikle Almanlarca kısaca “d’ Wiesn” ya da “d'Waasn” olarak söylenenTheresienwiese (Therese Alanı) isimli yerde yapılmaktadır. Festivalin en önemli özelliği biradır ve her sene festival kutlaması, Münih Belediye Başkanının büyük bir ahşap bira fıçısına çeşme çakması töreni ile başlar, Almanlar bu eylemi “O'zapft is!” (Bavyeraca: “Çeşmelendi!”) biçiminde seslendirirler. Bu kutlamalar için özel olarak bir Oktoberfest birası mayalanır ki bu bira hem tat hem de alkol bakımından biraz koyu renkli ve serttir. Bu bira Maß denen bir litrelik özel bardaklarda sunulur ve ilk Maß Bavyera Başkanına ikram edilir. Sadece Münihli bira üreticilerinin bu özel birayı sunmalarına izin verilir ve bu sunum adı Bierzelt olan binlerce kişinin sığabileceği devasa çadırlarda yapılır.







Yaşıtlarının evlenmeyi bırak ikinci çocuklarını beklediği iki insan olarak halen daha gezme tozma peşinde olan biz bu yıl açılış günü sabahın 7'sinde dikildik çadırın önüne, tam iki saat yağmurun altında adeta donarak bekledik. Sonrasında açılan kapılardan 'hurraaa' yöntemiyle içeri girip yerimizi kaptık. Saat 9'dan 12'ye kadar çadırda öylece oturduk. Tabii ortam güzel, sıkıntıdan patlamıyorsunuz. Herkes eğlenmeye programlı zaten, eğleniyor dans ediyor, insanlar birbiriyle kaynaşıyor (Hemen aklınıza kötü şeyler gelmesin!) Derken saat 12 oluyor ve belediye başkanı ve ailesi geliyor ve halkı selamlıyor. Aynen, böyle dediğim gibi halkı selamlıyor, el sallıyor, ilk birayı içip gongu çalıyorlar veee Oktoberfest başlıyor.








İşte bu noktadan sonrası yavaş yavaş içilen weissbier'lar sebebiyle biraz flu :) Dans, müzik, eğlence, bir sürü yeni insanla tanışmaca, ingilizce ve almanca lisanlarımı geliştirme şeklinde geçen saatler diye özetleyebiliriz...



Merakı olan herkes en az bir kez Oktoberfest'e gitmeli bence. Çünkü o sadece bir festival değil, abartmıyorum bir yaşam kültürü! Herkes ama herkes yerel kıyafetleriyle gelmişti, kadın erkek genç yaşlı herkes ya drindl ya da lederhosen giymişti. Hiç kimse bir diğerine sarkıntılık yapmıyordu (en azından bana denk gelmedi :)) Düşünün bu olay o kadar önemli ve kutsal bir olay ki insanlar Oktoberfest'te çalışabilmek için yani garsonluk yapmak, masaları temizlemek, ne bileyim tuvaletlerde kağıt havlu servis etmek için para ödüyor. Gerçekten! Thomas söyledi, ben şok! Evet burada çalışmak için haftalık 100 € ödüyorsunuz ve maaş, yevmiye falan almıyorsunuz. Sadece bahşişler. Artık ne kadar çok bahşiş toplandığını da unutmamak lazım $$$$$ 





Hazır insanları Oktoberfest'le ilgili gaza getirmişken, "Oktoberfest Hakkında Bilmediğiniz 100 Şey" adlı kitabı çıkarmaya hazırlanacak kadar festival hakkında bilgi sahibi, beş senedir her açılış günü festivale giden Thomas'a da bu yıl bizi de yanına kattığı için teşekkür ediyoruz. O olmasaydı 'o' olmazdı diye düşünüyorum :) Sağol Thomas, varol Thomas. Gerçi sen bu satırları okusan da anlamazdın, benim de ne Danca'm, ne Almanca'm ne de İngilizce'm yeter bu metaforu sana anlatmaya o yüzden sen bu satırları okursan anlayacağın tek şey bari "Danke Schön" olsun :)

Son olarak bu festival benim hayatımın en mutlu gününe ev sahipliği yaptı. Yüzlerce insanın şahitliğinde yepyeni bir maceraya "EVET" dedim. Umarım her şey gönlümce olur...


Ingolstadt'ta Bir Gün

$
0
0
"Orada bir şehir var uzakta, o şehir Almanya'nın bir şehridir. Bilmesek de gezmesek de o şehir güzel bir şehirdir" diyerek saçma sapan bir giriş cümlesiyle tanıtmaya başlıyorum Ingolstadt şehrini... Saçma bir giriş yapıyor olsam da günün birinde bu şehri ziyaret etmek isteyenler için inanıyorum ki çok yararlı bir yazı olacak. Zira google'dan her Türk gezgininin yaptığı gibi "Ingolstadt'da gezilecek yerler" yazdığınız zaman iki tane yazı çıkıyor. Evet, koskoca Ingolstadt'a giden üçüncü Türk gibi hissediyorum şu an kendimi. Öyle ulvi bir görev bilinci taşıyorum canımslar...

Neyse fazla cıvıtmadan anlatayım: Münih'ten 55 dakikalık bir tren yolculuğuyla (Tren bileti gidiş-dönüş 20 €) gidebileceğiniz Ingolstadt, maksimum üç saatte gezebileceğiniz bir şehir. Ama belki de bir tam gününüzü tüm dünya markalarına sahiplik yapan outlet köyü "Ingolstadt Village" de geçirebilirsiniz. Hatta şöyle söyleyeyim, Ingolstadt'ın dünya için varoluş amacı bu outlet köyü. İtiraf ediyorum, ben de acaba güzel bir şeyler bulabilir miyim umuduyla düşmüştüm yollara. Buldum mu derseniz, hayır tabii ki her şey ateş pahasıydı, gayet vitrinlere baka baka döndüm diyebilirim. Ama siz gidin, benim cebimde akrep vardır ama sizinkinde yoksa valla güzel şeyler alırsınız belki :)




Trenden indikten sonra istasyonun önündeki duraktan 10 ya da 11 numaralı otobüse biniyorsunuz Ingolstadt şehir merkezi Raathausplatz'a gitmek için. Otobüslere bodoslama biniliyor gibi görünse de kurallara uyan bir birey olarak günlük ulaşım biletini (4 €) istasyonda infocenter'dan alıyorsunuz. Raathausplatz'da indikten sonra işte şehir merkezi. Buradan sağa sola yukarıya aşağıya doğru kaybolma yöntemiyle gezerek şehrin önemli noktalarını bir iki saatte gezebilirsiniz. 







Eee tamam şehri gezdik gördük, peki outlet köyüne nasıl gideceğiz derseniz tamam onu da anlatıyorum ki burada vereceğim küçük ipuçlarını başka kimse vermez kıymetimi bilin. Bana da sakallarından dolayı hippi sandığım, aslında halis muhlis Türk hacısı olan 10 numaralı otobüs şoförü abi anlattı bunları. Şimdi efendim, istasyondan geldiniz, Raathausplatz'da indiniz. Sonra Raathaus'u arkanıza alıp ilk sokaktan sola sapıyorsunuz. Orada iki tane daha otobüs durağı karşınıza çıkıyor. Burada da yolun karşı tarafındaki (yani Raathaustan gelip diğer yöne giden otobüslerin durduğu) durakta beklemeye başlıyorsunuz. Ingolstadt Village'e 20 numaralı otobüs gidiyor. Ancak dikkat edin, 20 numaralı her otobüs de Ingolstadt Village'e gitmiyor, kimisinde Goetheplatz yazıyor, ona binmeyin! Üzerinde Ingolstadt Village yazan 20 numaraya biniyorsunuz, saatte bir var, tavsiyem giderken de dönerken de otobüs duraklarından otobüsün saatlerinin fotoğraflarını çekin. 


Otobüs geldi, bindiniz, Ingolstadt Village'de indiniz. Şimdi serbestsiniz Gucci senin, Micheal Kors benim gezin gezebildiğiniz kadar. Gerçekten sokaklarında dolaşılan bir köy şeklinde tasarlanmış bu outlet centerda Arap görmekten içiniz bulanabilir, hazırlıklı olun.


Ve işte Ingolstadt şehrini de böylece gezmiş oluyoruz. Bir günde bir şehri daha gezerek footprinte +1 yazabiliriz gönül rahatlığıyla :)



Viewing all 111 articles
Browse latest View live