Quantcast
Channel: Gezgin Kız - Traveler Lady
Viewing all 111 articles
Browse latest View live

Gidenlerden...

$
0
0

Bu sıralar hayatıma ucundan kıyısından dokunan çoğu insanın bir devinim bir sinerji içinde olduğunu görüyorum. 

Bekarsa evleniyorlar, evliyseler boşanıyorlar, yalnızsalar manita yapıyorlar, çocuksuzsa hamile kalıyorlar, çocukluysa ikinciyi üçüncüyü doğuruyorlar.

Evi olmayan ev alıyorlar, kiracıysa taşınıyorlar, arabası yoksa arabalanıyorlar, en olmadı arabalarını satıyorlar.

Ama şu ara dikkatimi en fazla çeken değişiklik sessiz sedasız bu ülkeden gidenler... Bir gün bir bakıyorsun veda maili, instagramda #yeni #hayat #newlife #in #bilmemnere hashtagleriyle selfieler, iş değişiklikleri falan derken ülkeyi, özellikle "bok çukuru" diye adlandırdığım İstanbul'u terk ediyorlar!

Yeminle kıskançlıktan orta yerimde çatlayacağım, şu kaos ortamından tereyağından kıl çeker gibi uzaklaşmıyorlar mı önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Şahsen benim şu aralar yaptığım en büyük değişiklik pikeden yorgana geçmek, malum havalar baya serinledi. Onun dışında aynı tas aynı hamam... İşe git işten gel, #narcos izlerken uyuyakal, yatağa geç, sabah uyan, işe git şeklinde geçen Nuri Bilge Ceylan filmi gibi sıfır heyecan, sıfır aksiyon içeren bir hayat.

Hani benim hayallerim nerede? Sözde 2017'ye bulunduğum koşullarda girmeyecektim, en az bir şeyi değiştirmiş olacaktım. Ekim ayına girdiğimiz şu günlerde bırak değişikliği bazı şeyler daha da boka sardı, çıkamıyorum işin içinden.

Hayatını İstanbul dışında bir yerde sürdürüyorsanız bu serzenişlerim size "sahip olduklarına şükretmeyen şımarık kız" söylemi olarak gelebilir ama inanın burada yaşamak insanı içten içe çürütüyor. Trafikte geçirdiğiniz saatler, metroda metrobüste davar gibi seyahat etmeniz, kadınsanız taciz edilmeniz, durup dururken bombadan, kazadan, kafanıza düşen camdan, çöken evden dolayı ölmeniz falan yavaş yavaş kemiriyor yaşam enerjinizi. Yaşamıyor, sadece bu sisteme ayak uyduruyorsunuz.

O yüzden giden arkadaşlar en güzelini siz yaptınız. Sakın dönmeyin bence! Çivisi çıkmış buranın, geri de sokamıyoruz, aman diyim dönüp de kendinize yazık etmeyin.

Ben mi? Ben de bu haftasonu yazlık/kışlık değişimi yapıcam, #narcos izlemeye devam edicem, bir de yeni kitaba başlayacağım. Hepi topu bu kadar değişikliğe müsaade ediyor zira hayat...

Yoruldum

$
0
0
Her şeyden çok sıkıldım. En çok da kendimden… Şu bakış açımı değiştiremedim gitti zaten. Her felaketin benim başıma geldiği her sorunun beni bulduğu her kötü insanın benim hayatıma girdiği düşüncesi. Aramıyor diye üzülmek sevmiyor diye üzülmek yetmiyor diye üzülmek. Sürekli üzülüyormuşum gibi bir hal var üzerimde. Çok sıkıldım. Olayların iyi yönünü görmeye çalışmaktan, idare etmeye çalışmaktan, hayır diyememekten, ses çıkarmamaktan, kendi isteklerimi göz ardı etmekten, birilerinin peşinden gitmekten yoruldum sıkıldım. Daha özgür daha arsız daha bencil bir insan olmak istiyorum. Sadece kendimi düşünmek istiyorum. O ne der bu ne der beni seviyor mu beni ediyor mu aramadı sormadı mesaj atmadı ıvır zıvırlarıyla kafam meşgul olmasın istiyorum. Birilerinin beni sevmesindense kendimi en çok ben sevmek istiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Biraz daha boşverebilmek, iplememek, aman be diyebilmek istiyorum. Gitmek istiyorsam gitmek kalmak istiyorsam kalmak istiyorum. İnsanlar beni kolayca saf yerine koyamasınlar istiyorum. Sırf kaba olmamak için ya da sırf sevdiğim için ya da sırf önem verdiğim için karşımdakilerin beni enayi yerine koymalarından kullanmalarından sonra da beni suçlamalarından çok sıkıldım. Bunu yapamasınlar istiyorum. Bu nasıl yaptırılmaz onu öğrenmek istiyorum. Siklememeyi öğrenmek istiyorum. Giderse ekime kadar deyip kendi yoluma devam edebilmek istiyorum. Geçmişim için artık kendimi daha fazla suçlamamak istiyorum. Yaşandı bitti diyebilmeyi ama gerçekten içten diyebilmeyi istiyorum. Güler yüzüme, sessiz mizacımı görüp insanların bana haksızlık yapmalarından bıktım. Nasılsa barışır nasılsa kabul eder nasılsa özür diler nasılsa bekler nasılsa gelir nasılsa arar nasılsa aklı başına gelir diye düşünmesinler istiyorum. Böyle düşündürttüğüm için, bu güne kadar katlandığım için, sesimi çıkarmadığım için, alttan aldığım için kendimden nefret ediyorum. Bazen yeteeeeeeeer diye yüksek sesle bağırmak istiyorum. İnsanlara aileme arkadaşlarıma beni tanıyan tanımayan herkese sokaktaki insanlara yeter demek istiyorum. Hayatın önüme çıkardığı taşlardan elime yüzümü çizen dikenlerden çok sıkıldım. Biraz da hayat bana kolay olsun istiyorum. Ufacık bir şeyi elde etmek için bile kıçımdan ter akmasın artık mesela. Yarın için hesap kitap yapmaktan şu anın tadını çıkaramamaktan anı kaçırmaktan bıktım. Hesapsız yaşamak istiyorum. Beni sevdikleri kadar sevmek istiyorum insanları. İsterlerse hakkımda burnu havada, götü kalkık, bencil, kendini beğenmiş, egoist desinler yine de sadece ve sadece kendimi düşünmek istiyorum. Bunu yapabilmek için antidepresanlar yutmak ya da her ay psikoloğa servet dökmek istemiyorum. İnsanların benim hakkımda ne düşündüğünü umursamamak istiyorum. Saçıma başıma fiziğime giyim kuşamıma maaşıma statüme işime çevreme oturduğum semte yaşadığım şehre göre değerlendirilmek istemiyorum, ben benim, saçımı sarıya boyuyorum, çakma sarışınım evet, çok zayıfım evet kilo takıntım var, kilo almak istemiyorum bunun için aç kalmak gerekiyorsa aç kalıyorum evet. Bazen trip atıyorum hatta fazla trip atıyorum. Çok alınganım evet. Yalnızlığı çok seviyorum ama yalnız ölmek istemiyorum, kokmuş cesedimi komşular bulmasın istiyorum. Seviyorsam dünyanın öbür ucuna giderim, bir dakika arkama bakmam ama gidene kadar kendi kendimi bitiririm evet. Kot giyerim, makyaj yapmam, güzel dans ederim, herkesi dinlerim. Bundan sonra beni ben olduğum için sevmek yerine, beni ben olduğum için kullanan insanlar istemiyorum hayatımda. Yeter gerçekten. Eşek oldukça semer vuran çok oluyor diyorlar ya, kimsenin eşeği olmak istemiyorum. Nasıl öğrenirim bilmiyorum ama hayır demeyi, bencil olmayı, önce kendimi düşünmeyi, fedakar olmamayı öğrenmek istiyorum. Yoruldum, kendi yüküm bana yetiyorken başkalarının yükünü de sırtımda taşımak istemiyorum.

7.10.2016 16:54

İki Kız, Dört fotoğraf makinesi, Bir şehir - Prag

$
0
0
Arkadaşlarım tarafından “Leyleği havada gören kişi” olarak adlandırıldığım 2016 yılının son gezilerinden birini Prag’a yaptım geçenlerde. İki kız, dört fotoğraf makinesi ve bir şehir şeklinde özetleyebileceğim bu seyahatte yine çok eğlendim, tabii ki binlerce fotoğraf çektim ve geri dönmeyi hiç mi hiç istemedim :(


Prag’a 12:45 uçağı ile gittik, Prag Vaclav Havel havaalanına yerel saatle 14 civarı vardık. Ama pasaport kontrolünde abartmıyorum gerçekten 1,5 saat bekledik, ruhumuzu teslim ediyorduk neredeyse. Günümüzün yarısını havaalanında yedikten sonra çıktık, şehir merkezine nasıl gideriz diye bakınmaya başladık. Sanırım şu ana kadar havaalanından şehir merkezine gitmenin en meşakkatli olduğu yer Prag. Zira önce 32 koruna’ya (Çek cumhuriyetinin anlamsız para birimi) otobüs bileti alıp havaalanından Zlicin metro istasyonuna götüren 100 ya da 119 nolu otobüslere biniyorsunuz. Sonrasında Zlicin metro istasyonunun son durağı olduğu sarı B metro hattına binerek merkezdeki bir istasyona varıyorsunuz. Merkez derken Prag’ın olayı Old Town ya da Stare Mesto olarak adlandırılan Eski Şehir’den bahsediyorum. Eğer siz de bizim gibi (ki turistik amaçla gidiyorsanız kesinlikle Stare Mesto yakınlarında kalmalısınız) Old Town yakınlarında kalıyorsanız Staretestko Mesto ya da Mustek istasyonlarında inebilirsiniz. Metrolarda bilet kontrolü yapan görevliler bulunuyor ve eğer turistseniz (valizlerinizden ya da elinizdeki haritaya alık alık bakmanızdan çok rahat anlıyorlar) sizi durdurup bilet soruyorlar. Biz iki kez metro kullandık, iki istasyonda da durdurulduk. O yüzden bilet almazlık etmeyin, ceza ödersiniz yoksa.

Biz booking.com’dan bulduğumuz Apartments Pushkin’de konakladık, seyahati geç bir vakitte planladığımız için normale göre biraz pahalı ödediğimizi düşünsek de Prag’da konaklama diğer Avrupa kentlerine göre çok pahalı. Bizim kaldığımız otel Astronomik Saat Kulesinin hemen yanında Karlovy caddesinin köşesinde çok merkezi bir yerdeydi ve stüdyo daire tarzındaydı, yani kendi mutfağı salonu vs vardı. Geceliği kişibaşı 35 €’ya geldi ki Prag için gayet uyguna kapattık :)


Prag’da para bozdurmak gerçekten uyanık olmanız gereken bir iş. Her köşede exchange var, ama komisyon almayanı yok gibi bir şey. Biz ilk gün 20 € bozdurduk, 4 € komisyon aldılar fırsatçılar. O yüzden bir daha da para bozdurmadık, hep kartla harcadık. Korunamız olmadığı için mağdur olduğumuz tek bir mekan vardı, oranın da Allah cezasını versin!!

Gelelim Prag’da nereleri gezelim görelim kısmına. Prag, şu bir avuç Avrupa kenti görmüşlüğümden yola çıkarak söylüyorum ki en Ortaçağ kokan en otantik en korunmuş kent (Evet hala Viyana’ya gitmedim, çok belli oluyor dimi :)). Klişeler klişesi bir cümle kuracağım ama cidden sokaklarında gezerken kendinizi Ortaçağ’da gibi hissediyorsunuz. O yüzden kapalı mekan gezmek yerine sokaklarda kaybolmak istiyorsunuz, müze falan gezmeseniz de olur bence yani (İmza: Müzede geçirilen zamanın ve verilen paranın ziyan olduğunu düşünen kara cahil sanat yoksunu insan :))



Astronomik Saat Kulesini yüzlerce metre öteden fark edersiniz zaten, hayır kulesinin uzaktan görünür olmasından değil, çevresinde toplaşan ve saat başlarında saatin yaptığı atraksiyonu görmek isteyen milyarlarca insan yüzünden… Şahsen ben o kadar insanı görünce saat başlarında “big bang”i yeniden yaşatıyorlar zannetmiştim ama bildiğimiz guguklu saatin devasası (imza: Evet yine ben, kara cahil :)) Ama görün tabi, bi video neyin çekin anı olsun.


Astronomik saat kulesinin çevresi tam bir Avrupa kent meydanı havasında. Sudan baloncuk yapan amcalar, heykel taklidi yapan abiler, sokak müzisyenleri falan derken dalıp saatlerinizi harcayabilirsiniz, hele de şansınıza hava güzelse. Biz normalde dünyanın iki bahtsız insanı olsak da herhalde iki eksi yan yana gelince artı yapmış olmalı ki Prag’da kaldığımız süre boyunca etek, şort falan giyip gezdik (Ekim ayında evet!!)





Prag da ortasından nehir geçen ve bu nehir sayesinde şehre huzurun geldiğine inandığım bir kent. Zira Floransa, Pisa, Frankfurt ve Amsterdam için de aynı düşüncelere sahibim. Su hayattır. Şehri ikiye bölen nehir de Prag’a gerçekten bambaşka bir boyut kazandırmış bence. Bir kere nehir olunca köprü oluyor, köprü demek de güzel instagram fotoğrafı demek (İmza: Ehehe yine ben :))

Prag’da nehrin iki yakasını birbirine bağlayan bir sürü köprü var ama bunlardan en ünlüsü ve 7/24 üzerinde milyarlarca insanın bulunduğu Charles Köprüsü. Aramak için çok uğraşmanıza gerek yok. Prag’da kalabalığı takip ettiğiniz sürece ya Astronomik saat kulesine ya da Charles Köprüsüne varırsınız :) Köprünün üzerinde bir sürü heykel var, ama insan kalabalığından dolayı pek de bir şey anlamayabilirsiniz köprü üzerindeyken. O yüzden size tavsiyem Charles Köprüsünden bir önceki ya da bir sonraki köprüye gidip Charles’ı oradan izlemek ve fotoğraflamak :) (Hadi kaptınız yine +10 like’ı :))







Bir de kale bölgesi var ki Avrupa’da gördüğüm en görkemli katedrallerden biri olan St. Vitus Katedraline ev sahipliği yapıyor. Yürüyerek yarım saatte ulaşacağınız bu bölgede kale içini, katedrali ve yüksek bir noktadan Prag manzarasını görebilirsiniz.






Prag Franz Kafka’nın memleketi, bir zamanlar yaşadığı yeri de tabii ki fırsatçı Avrupa zihniyeti müzeye çevirmiş. Müzeyi girip gezmedik (Tabii ki !!) ama bahçesine girin ve “Peeing men” (İşeyen adamlar) heykelini görün mutlaka. Bence müzeden daha eğlencelilerdi :)



Gitmeden önce ballandıra ballandıra anlatılan, gittiğimde de “bu muymuş” dediğim diğer bir yer de Dancing House. Şu an ofis olarak kullanılan bu binanın tek özelliği dışarıdan dans eden bir çifti andırıyor olması (ki bana ne dansı ne de bir çifti çağrıştırdı) Charles Köprüsünden sonraki üçüncü köprünün ayağında, yürüyerek ya da tramvayla gidebilirsiniz. Gitmişken görmeden dönmeyin artık, napalım…


Biz iki günlük gezimizde müze, kilise gezmek yerine Prag’ın sokaklarında kaybola kaybola günde yaklaşık 20 km yürümek suretiyle şehri yaşayarak gezdik. Diğer bloglarda İşkence Müzesi, Seks Makineleri Müzesi, Oyuncak Müzesi, Balmumu Müzesi gibi müzelerin olduğunu gördük ama gitmedik ne yalan söyleyelim gitmeyi de tercih etmedik.

Prag’da kahvaltı diye bir kültür yok diyebilirim. Zira biz iki sabah da yiyecek bir şeyler ararken helak olduk, imdadımıza Starbucks ve sandviçleri yetişti. Peki insanlar ne yiyor derseniz delirmişçesine Trdelnik denen yerel bir tatlıyı tüketiyorlar sabahları. Kafayı yemişler evet. Öğlenleri yemek yemedik, gördüğümüz marketlerden bir şeyler alıp onları atıştırdık (Fakirliq J) Akşam yemeklerinde ise bir akşam Charles Köprüsünü kesen caddenin sol paralelindeki caddede olan Di Finestra’da ve bir akşam da saat kulesinin dibindeki El Minuto’da yedik. Fena değildi, tavsiye ederiz.





Ve gelelim Prag’da gece hayatına. Mutlaka okumuşsunuzdur Prag’da gece hayatı baya bi hareketli. Anlatıla anlatıla bitirilemeyen beş katlı gece kulübü Karlovy Lazne’den başlayalım. Her katında farklı tarzların çaldığı, ergenus ya da kart çapkın dolu olan bu mekana aman diyim gitmeyin (yani yaşınız bizim gibi 30a dayandıysa :)) Girişi kişibaşı 200 koruna olan bu mekanın içinde ne kredi kartı ne Euro geçiyor. Kimse de bununla ilgili uyarmıyor girişte. Saf saf 9’ardan 18 € verip giriyorsunuz (ki zaten orada bir kazıklıyorlar zira 400 koruna baya bi <<<<<< 18 €’dan) sonra da içeride eğer yanınızda çek kronu yoksa mal gibi kalıyorsunuz. Giriş paranızı alıp çıkmak istediğinizde de bir ton kavga etmek durumunda kalıyorsunuz elin ecnebileriyle.

Biz Karlovy Lazne’de güvenlik görevlileriyle ve girişteki adamla muhteşem İngilizcemizle tartışıp giriş paramızı söke söke geri aldıktan sonra efendi gibi gittik Hard Rock Cafeye, bir güzel de eğlendik. Bir de Roxy diye bir kulüp varmış da biraz uzakçana, oraya da gidebilirsiniz.

İki gün iki gecede Prag’ı güzel güzel gezip dolaştık. Hem eğlendik, hem öğrendik, oldukça güzel zaman geçirdik. Darısı diğer seyahatlerimin başına. Amiiin :)

Yazı Dizi'si #33 - NARCOS

$
0
0
Eminim duymayanınız kalmamıştır, son zamanların en çarpıcı ve damaklarda Breaking Bad tadı bırakan dizisi Narcos. 80li yıllara damgasını vuran, Kolombiya’ya ateşler salan, Amerika halkını kokaine alıştıran uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ın hayatını anlatan, şu an iki sezonu yayınlanmış, iki sezon için daha anlaşma yapılmış Netflix dizisi.

Son bir aydır yemeden içmeden kendimi Escobar’ın hayatına vermiş durumdayım. Game of Thrones’un yokluğu, Dexter ve Breaking Bad’in sonsuzluğa gömülmesinin ardından en az onlar kadar vuran bir hikayeyle karşılaşmak sanırım beni hipnotize etti. Tamam dizinin Kolombiya’da geçmesi ve dilinin İspanyolca olması da biraz etki bıraktı üstümde kabul ediyorum ama yine de aptal aşiret dizileri, salak aşk hikayelerinden kusma noktasına geldiğimiz şu günlerde inanın size de ilaç gibi gelecektir, uyuşturucu gibi de gelebilir söz vermiyim :p

Kendisiyle henüz tanışmamış olanlar için müsaadenizle Pablo Escobar’ı anlatmak isterim. Kendisi 1949 yılında Kolombiya’da dünyaya gelmiş, çiftçi ailesinin yedi çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş. Önceleri ufak ufak hırsızlık yaparak giriş yaptığı suç dünyasına karaborsa mal satarak devam etmiş. Sonra bakmış, bu böyle olmayacak 70’li yılların başında uyuşturucu üretmeye ve kaçakçılığını yapmaya başlamış. Amerika’ya ilk kokaini Escobar satmış mesela, bunun için üretim tesisleri, nakliye yöntemleri kurmuş. Ordunun, devletin, bir sürü otoriteden biri sürü kilit adamı satın almış. 80’li yıllara gelindiğinde ise artık Kolombiya’nın ve dünyanın en büyük uyuşturucu karteli olan Medellin kartelinin başına oturmuş.


Escobar, kuzeni birlikte yürüttüğü uyuşturucu işinden o kadar büyük paralar kazanmış ki, Kolombiya’daki fakir ailelere yardım etmiş, onlara evler yapmış, yaşadıkları semtlere belediyecilik hizmetlerinin tümünü götürmüş. Böylece fakir halkın gönlünü kazanan Escobar (bu olaya aşinayız değil mi?) gaza gelip Mecliste parlemento üyesi olmak için Kolombiya Liberal Partisinden adaylığını koymuş. Böyle de bir pişkin yani kendileri. Ama aynı zamanlarda Amerika ve Kolombiya arasında imzalanan suçlu iadesi anlaşması işine gelmediği için bu kararı kalkmasını istemiş ve Kolombiya Yüksek Mahkemesine saldırarak bir sürü yargıç, avukat ve sivili öldürmüş ve kendisiyle ilgili mahkeme arşivlerinde tutulan tüm suç dosyalarını yakarak imha etmiştir. Kendisiyle ilgili tanıklık yapacak bir muhbiri taşıyan uçağa muhbirin konuşmasını engellemek için bomba yerleştirmiş ve havadayken uçağı patlatmış. Yüzden fazla sivilin ölümüne sebep olduktan sonra sivil halkın desteğini yitiren Escobar, Kolombi’ya hükümetiyle kendisinin ve kartelinin kapatılacak El Katedral diye bir cezaevi inşa edilmesi ve askerle polisin bu cezaevine müdahale etmemesi üzerine anlaşarak cezaevine girmiş. Ama orada da rahat duramayan ve birçok insanın ölümüne sebep olmaya devam eden Pablo’nun kaçak hayatı başlamış.


Daha da uzun anlatıp her şeyi söylemeyeyim ama şu kadarı bile bir suç makinesinin, bir uyuşturucu baronunun önü alınamaz yükselişini görmenize yeter durumda. Olaylar birebir gerçeklerden yola çıkarak yapıldığı için sıkılacağınızı düşünmüyorum. Ben kefilim. Zaten arada gerçek görüntüleri de göstererek dizinin biyografi özelliğini güçlendiriyor, sizi daha sonra olacaklar için heyecanlandırıyor.



Bir de Escobar’ı canlandıran Wagner Moura’ya değinmeden geçemeyeceğim. Adam bu kadar mı Escobar olur. Helal olsun. Tabii diğer bütün oyunculara. Vee Game of Thrones’un Oberyn Martell’i Narcos’un DEA ajanı Pena kalp ben <3

Kış çetindi, Deli Raşit korkutucu...

$
0
0

90’larda çocukluğunu geçirmiş bir insan olarak şimdilerin iPad’lerle büyüyen nesline göre o zamanlar hayat bize çok zormuş azizim. 90’ların başında uzaktan kumanda olarak kullanılırken, 90’ların sonunda takoz da olsa cep telefonuna sahip olan nesildik biz, nasıl zorlanmayalım? Sen kalk yerden bulduğun jetonla kulübenin birinden 166 Masal Müzik’i ara masal dinle, sonra bir bakmışsın kısa mesaj atıyorsun elindeki aletle. Darwin yaşasaydı Evrim Teorisini ve adaptasyonu bizler üzerinde inceleyebilirdi yani. İşte bizler böyle uyum zorlukları yaşarken İç Anadolu’nun çetin hava koşullarına ayak uydurmak zorundaydık bir de, hiç başka derdimiz(!) yokmuş gibi…

Coğrafya derslerinden belki hepimizin ezbere hatırladığı yegâne şeydir Türkiye’nin iklimi. Akdeniz Bölgesi, Ege Bölgesi ve hatta çoğu zaman Marmara Bölgesi’nin yazları sıcak ve nemli geçer; kışları ılık ve yağışlı. Yurdumuzun kalan iç ve doğu bölgeleri ise yazları sıcak ve kurak bir hava ile uğraşırken, kışları soğuk ve yağışlı iklim ile mücadele eder. Tabii bizler, coğrafya kitabı yazarlarının gözümüzü korkutmamak için “soğuk ve yağışlı” şeklinde yumuşatılmış bir terim kullandığı gerçeğiyle gelen kış mevsimi ile anlardık. Sınıflarımızın arkasında panoda asılı olan mevsimler şeridi İç Anadolu için yalandan ibaretti mesela; çünkü yaz mevsimi haziranda başlar ağustosta biterken, kalan dokuz ay kış mevsimi yaşanırdı. Adında ‘bahar’ içeren diğer iki mevsimi 21 yaşımda İstanbul’a yerleştiğimde keşfetmiştim.

Okulların kapanmasıyla kendini sokaklara atan İç Anadolu çocuğu kuru sıcakta, nemli sıcak ikliminde yaşayan yaşıtlarına göre biraz daha avantajlıydı. Zira sabahtan akşama kadar sokakta oynasa bile nem olmadığı için çok terlemez, annesine her gün banyo işi çıkarmazdı. (Gerçi o zamanlar her gün banyo yapmak diye bir şey mi vardı ki!) İstop, yakar top, taso, yakalambaç, saklambaç, yumurta, dokuztaş, yerden yüksek oynayarak geçen yaz mevsimi eylül ayının gelmesiyle yerini serin havaya bırakır, zaten sonra okullar açılır, sokaklar birden ıssızlaşırdı. O zamanlar birçok okulda sabahçı ve öğleci (uzun yıllar kelimenin doğrusunun ‘öğlenci’ olduğunu sanmıştım) kavramı vardı. Sabahçı mı öğleci mi olduğun okulun açılmasına bir hafta kala o yıl okutulacak kitapların listesini almak için gittiğinde(Evet, o zaman kitapları veliler alıyordu, devletin kitapları bedavaya verdiği döneme yetişemedik biz!) okul bahçesinde gördüğün müdür yardımcısından öğrenilirdi. Eğer sabahçıysan sevinilir, mahalleye dönüldüğünde arkadaşlardan kendin gibi sabahçı olanlar bulunur ve öğleci arkadaşları dışlayıcı oyun planları yapılmaya başlanırdı. Her ne kadar sabah kargalar mamasını yemeden kalkıp gitmek zorunda kalsan da okula, bütün öğleden sonra sana aitti, ödevler akşama kalabilirdi, sen de özgürce sokakta oynayabilirdin.

Sabahçı olmanın en büyük talihsizliği kış mevsiminde ortaya çıkardı. Zira İç Anadolu’da kış mevsiminde bazen neredeyse geceden sabaha kadar kar yağar, şanslıysanız okul tatil olurdu. Valilik karın okulları tatil edecek kadar yağmadığına kanaat getirirse de o kar kışın içinde okula gitmek zorunda kalırdınız. Gerçi bazı günler okulun tatil olduğunu öğreneceğimiz şimdiki gibi anlık haber veren mecralar olmadığından olsa gerek, okula gidilir, tatil olduğunu öğrenilir ve tüm o yol geri tepilirdi.

Bizim evimiz okulumun bulunduğu mahallede değildi. Aslında birinci sınıfa kayıt yaptırıldığı sırada oturduğumuz mahalleye en yakın okul seçilmiş; ancak okulların açılmasından bir ay sonra o evden hazin bir şekilde taşınmış, yan mahalleye geçmiştik. Beni yeni mahallemizin okuluna göre çok daha iyi kadrosu olan okulumdan ve yeni edindiğim sınıf arkadaşlarımdan ayırmak istemeyen annemlerse, kaydımı aldırmamıştı. Bu demekti ki, eskiden yürüyerek on dakika süren okul yolum artık yarım saate çıkmıştı, ihtiyatlı davranmak adına kırk beş dakika önce evden çıkıyordum, bunun için de neredeyse diğer arkadaşlarıma göre bir buçuk saat erken kalkmak zorunda kalıyordum. Servisiniz yok muydu diye soranlarınız olabilir; onlara şöyle bıyık altından gülüyorum. Zira bizim okulda tek bir servis vardı, o da en yakın köydeki öğrencileri taşıyordu. Kalanlardan durumu iyi olan tek tük çocuğu babası arabayla bırakır, birkaçını babaları bisikletle getirir, birçoğu da benim gibi ‘tabanvaya kuvvet’ seyahat ederdi.

Ankara, Eskişehir, Kayseri gibi kışı çetin geçen yerlerde yukarıda anlattığım yolculuğun o yaşlardaki çocuklar için ne kadar meşakkatli olduğunu siz düşünün. Vücut ısınla yatağındaki bir metrekare alanı ısıtmış ve cenin pozisyonunda uyurken annenin seslenmesiyle uyanır, çivi gibi suyla yüzünü yıkar, bir iki dilim ekmek yer, Eskimo gibi giyinir ve yola çıkardın. Yine gece kar tipi şeklinde yağmış, ara sokaklar kapanmıştır; kırışıksız bir çarşaf gibi duran kar birikintilerine ilk adımları sen atardın.

İşte ben de ilkokulda beş yıl boyunca sabahçı olmuş bir çocuk olarak yarım saatlik o yolu bütün kış boyunca kat etmek zorunda kalırdım, hem de tek başıma. Sevgili kardeşim o yıllarda yeni doğmuştu, annem onu evde tek başına bırakamadığından bana kendimden büyük çantayı ‘gocuğumun’ üzerine sırtlanıp yola koyulmak düşerdi. Ayaz içime işler, bacaklarımı battığı kar birikintisinden çıkarmaya uğraşırken kahvaltıda yediğim iki dilim çokomelli ekmekten aldığım kaloriyi de eritirdim. Dedim ya, benim okul uzak mahalledeydi; oturduğumuz mahalledeki okula giden çocuklarla yolarımız tam tersi yönde idi. Beni onların okulundan zıt bir yönde yürürken görünce bir umut “Okullar tatil mi?” diye sorarlar, bense atkımı ağzımdan indirir, “Hayır, ben Ziya Gökalp’e gidiyorum.” derdim. O an onların yüzünde gördüğüm okulların tatil olmadığı gerçeğinin yarattığı hayal kırıklığı ifadesini ben içten içe “Ziya Gökalp daha iyi okul olduğu için beni kıskanıyorlar, hıhh!!” şeklinde yorumlar, Nasuh Mahruki gururuyla karlı yollar üzerindeki yolculuğuma devam ederdim.

Okula gitmeye çabaladığım bu çetin kış günlerinden birinde, her zaman geçtiğim bir sokakta bulunan kaldırımlardan birinde bembeyaz karların üzerinde simsiyah bir şey fark ettim. Yaklaştıkça karlar üzerinde uyuyan bir insan olduğunu anladığım karaltının, iyice yanına geldiğimde Deli Raşit olduğunu anladım. Deli Raşit –lakabından da anlaşıldığı gibi- bizim mahallenin delisiydi. Karısı kardeşiyle kaçtıktan sonra delirdiği, birlikte yaşadığı annesini öldürdüğü, akli dengesi yerinde olmadığı için de akıl hastanesine kaldırıldığı, oradan da kaçıp tekrar memleketine -yani bizim mahalleye- döndüğü iddia edilirdi. Oturduğu bir evi vardı, zaman zaman elinde sigarayla uyuduğu için yanan. Siyah birbirine karışmış kirli saçları ve hayli uzun sakalları vardı. Kimbilir hangi mahallelinin verdiği siyah bir palto giyerdi kışları. Bu yüzden anne babalarımız ondan Deli Raşit diye bahsederken, biz çocuklar ona ‘Paltolu Adam’ adını takmıştık. İşte zaman zaman uzaktan gördüğümüz, gördüğümüz zaman da kaçışarak saklandığımız Paltolu Adam on metre önümde karların üzerinde uyuyordu. O olduğunu anladıktan sonra saniyesinde kafamda yazıp oynadığım senaryodan olsa gerek kalbim deli gibi atmaya başlamıştı. “Ya uyanırsa? Uyanınca beni kaçırıp öldürürse? Sokakta da kimse yok, annemler ölümü hiç bulamazsa? Ya bedenimi parçalara ayırıp çöpe atarsa? Bu arada saat kaç oldu? Geri dönüp alt sokaktan yürüsem kesin Andımız’a geç kalcam, öğretmen de beni haşlıcak. Çare yok, yanından geçmem lazım.” şeklinde bir hesaplaşma sonrası aldığım kararı uygulamaya başladım. Sessizce yanından süzülürken ayaz sonucu donan kanım pompalanan adrenalin sonucu gürül gürül damarlarımda akmakta, kalbimse kulaklarımda atmaktaydı. Ah bir de kara batıp çıkan ayaklarımın çıkardı o ses de olmasaydı? Sanırım çok yorgundu Deli Raşit ya da beni öldürmeye henüz hazır değildi, bilemiyorum, ama ben onu uyandırmadan geçip gittim. Köşeyi dönerken kısa bir bakış attığımda hala uyuyordu.

O gün önce okulda sonra da evde hikâyemi herkese anlattım. Okulda Paltolu Adam’ın yanından korkusuzca geçtiğim için bir süre kahraman gibi saltanat sürdüm. Evdeyse telaşlanan annem, kardeşimi ananeme bırakıp bir iki hafta beni okula götürdü, sonraysa yine tek başıma gidip gelmeye başladım. Bu olayı çocuk aklım hemen unuttu; kış benim için yine kartopu, kar tatili, kardan adama eş hale geldi kısa sürede. Üniversiteyi bitirene kadar da her kış karla mücadele ettim, çocukluğumdaki gibi maceralı olmasa da. Ne de olsa İç Anadolu çocuğuyduk, kışlarımız ‘soğuk ve yağışlı’ geçer diye baştan söylemişlerdi.


Büyüdükten sonra bir gün öğrendim ki, Deli Raşit yakalanıp tekrar kaldırıldığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinden kaçmış, kaçarken kendisine çarpan bir araç yüzünden ölmüştü. Şok olmuştum, Paltolu Adam’ımız, o korkup kaçacak delik aradığımız, biraz uzaklaştıktan sonra da “Deli Raşiiit Deli Raşiiiit” diye arkasından bağırdığımız o adam ölmüştü. Zaten o öldükten sonra artık kışları o kadar da çetin geçmedi. Uzmanlar buna ‘Küresel Isınma’ dedi, ama ben biliyorum ki Deli Raşit öldüğünde yanında İç Anadolu’nun ayazını, üzerinde uyuduğu kardan döşeğini ve çetin kışını da alıp götürmüştü… 


Hamide T.
hayatadokunansatirlar.com

Sevgi Neydi? Sevgi Emekti...

$
0
0

Sevgilim yurt dışında yaşamaya başlayalı bir yıl oluyor. Bu arada konuya başlamadan başkalarına ondan bahsederken sevgilim demek buldumcuk gibi hissettirdiğinden ben bundan sonra kendisine Muro diyeceğim, şimdiden anlaşalım. Evet çok Puccavari bir yaklaşım oldu ama napıyım ismini de ifşa etmek istemiyorum burada. Neyse ne diyordum, Muro gideli bir yıl oldu. Bir yıldır edindiğim tecrübeyle şu an artık “Uzak mesafe ilişkisi yürütebilmenin 100 yolu" adlı kitabı rahatlıkla çıkarabilirim.

Geçen yıl bu zamanlar, adam gidecek diye kederden bir yandan bileklerimi kesiyor, bir yandan uykusuzlukla mücadele ediyor, bir yandan da kaderime lanet ediyordum ki, sevgilisi üç yıldır Dubai’de yaşayan işyerinden çok sevdiğim bir arkadaşımla akşam çıkıp dertleşelim dedik. Tabii ben salya sümük… Diyorum ki adam beni unutacak, o diyor ki hiç bile daha çok bağlanacak. Ben diyorum ki artık kırkta yılda bir görüşeceğiz, o diyor ki artık görüşmeleriniz çok daha güzel olacak. Ben ne kadar pessimist konuşsam da kızcağız inatla Pollyanna gibi güzel senaryolar sıralıyor. Yani nerdeyse “gitmesi ilişkimizi yürütebilmemiz için farz” moduna getirdi beni söyledikleriyle. Söylediklerinin yarısına inanıp diğer yarısı için kafamdaki hastalıklı senaryoları oynamaya devam ederek bitirmiştik buluşmamızı.

Onun ardından bir iki hafta boyunca ekşi sözlükte “Uzak Mesafe İlişkisi” başlığında yer alan 309 sayfa enrtynin hepsini okudum. Bazısı umut veren şeyler yazmışken kimi de “boynuzu yediniz varsayın, uzak mesafe ilişkisi = olmayan ilişki” falan gibi hayattan soğutan yorumlar yazmış. Bazı yazarlar –ki kendilerini sırf bu nedenle favori yazarlarım ilan etmişimdir- öyle güzel şeyler yazmışlar ki derin bir oh çekiyorsun, sonra bir sonraki sayfada kafandaki kötü senaryonun yaşandığını görüp bir bardak kezzapı shot yapasın geliyor. Neye kime inanacağım ben arkadaş diye tam kırk beş gün uyumamıştım.

Sonra Muro gitti ve bizim uzak mesafe ilişkimiz resmi olarak başlamış oldu. İlk başlarda zordu evet, onun orada bensiz bir yaşam kuruyor olması, yeni insanlar tanıyor olması; benimse burada onsuz bir yaşama alışmaya çalışmam çok yıpratmıştı beni. Tamamen yeni ve tamamen sürprizlerle dolu bir hayata başlıyorken o, ben burada sıradan sıkıcı hayatıma terk edilmiştim. Tam olarak böyle hissediyordum evet. Oysa arkadaşım demişti ki ilk başta terk edilmiş hissedeceksin, onun hayatı sana daha çekici görünecek ama bir kez oraya gidip geldikten sonra, kafanda onun yaşamını somut olarak canlandırabilir hale geldikten sonra, yani mutfaktayım dediğinde mutfağını gözünde canlandırdığında, Marienplatz’dayım deyince Marienplatz’da beraber gezdiğiniz anları hatırladığında daha iyi hissedeceksin. Bir bildiği varmış işte.

Muro orada yaşamaya başladıktan sonra ilk aylar çok zor geçti, itiraf ediyorum. Ona da kendime de işkence ettiğim anlar oldu. O işten çıkıp evine 20 dkda giderken ben bir buçuk saat trafikte takılı kalıyorum diye serviste ağladım, akşamları yeni arkadaşlarıyla dışarı çıkarken ben evde oturuyorum diye ağladım, ikeadan kendine ev eşyası seçerken ben neden yanında değilim diye ağladım da ağladım. Açıkçası ben benimle sevgili olsam “başlarım sana da sulugözlülüğüne de” der tekmeyi basardım, cidden çok çekilmez olmuştum çünkü. Ama o demedi. Sabretti. İdare etti.

Sanırım ister aynı evde olsun isterse farklı ülkelerde farklı kıtalarda, bir ilişkiyi yürütebilmenin tek yolu iki tarafın da birbirini anlaması, birbirine vakit ayırması ve ilişkilerine saygı duymaları. Bizde böyle oldu en azından. Salakça gelebilir ama biz her Pazar skype karşısında aynı anda aynı filmi açarak birlikte film izledik, hala da izliyoruz. Haftada iki üç akşam görüntülü konuştuk, diğer günler de beş dakika da olsa birbirimizin sesini duymaya çaba sarf ettik. Fırsat yaratabildiğimiz zamanlarda da iki günlük bile olsa görüşmeye çalıştık.

Bu kısma bir parantez açmak istiyorum. Şahsen ben de eskiden “biletini erkenden alırsın kampanyalı ucuza uçar gidip gelirsin” diye ahkam keserdim. Ama maalesef başına gelince anlıyorsun ki öyle ucuza falan uçamıyorsun. Şahsen biz çift olarak Türk Hava Yollarının cirosunu son bir yılda iki katına çıkmasını sağlamışızdır. Kaç kez gelip gittik, insan bir keresinde bile ucuza uçamaz mı arkadaş! Şimdi sakın “aa siz becerememişsiniz” deyip beni dellendirmeyin. Evet ucuza bilet yok değil var ama Salı günü sabah ezanıyla gidip Perşembe günü öğlen uçağıyla dönersen var. Bu biletler bizim işimize yaramıyor ki. Salı günü ben Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçemiyorum, ne ülke değiştirmesi! Biz haftasonları gidip geldiğimizden sağolsun THY’de o tarihlerdeki biletleri normalin iki katı yaptığından bir yıldır kazandığımızı uçak biletlerine harcadık. Daha da harcayacak gibi görünüyoruz, THY çalışanlarının bu yıl da içi rahat olabilir, temettüleri bizden.

Öyle ya da böyle bir yıl geçti. Hem de geçmeyeceğinden o kadar emindim ki. Bu süre içinde onlarca kez görüştük belki ve her seferinde gerçekten her anından tat alarak, kıymetini bilerek, gereksiz kaprisler yaşamadan (tamam arada bir olmuş olabilir J) vakit geçirdik. Eğer orada görüşüyorsak yakın şehirleri yakın ülkeleri gezdik beraber, böylece bir sürü yeni yer keşfettik. Bu arada o orada kendine güzel bir hayat kurdu, ben de buradaki hayatıma devam ettim. Yani kıyamet de kopmadı. Kezzap bardakta kaldı anlayacağınız J

İşte bu saydıklarıma bakınca en sevdiğin Türk filmlerinden biri olan Selvi Boylum Al Yazmalım’da dediği gibi “Sahi sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi Emekti…”


Not: Nazar değdiren olursa gözünü çıkarırım!

Kış Gezisi - Nürnberg

$
0
0
Hava soğudu, çok soğudu. En azından İstanbul'da, poyraz da karayel de içimize işlemeye başladı. Bir de üstüne gecenin kör karanlığında evden çıkıp işe gitme serüveni başlayınca jetlag kafası yaşamaya başladık. Yalan mı? Saat 7'de uyanıyorsak sanki sahura kalkmışız gibi işe gidiyoruz ee zaten eve gelişimiz de güneş battıktan sonra. Gün yüzü görmüyoruz artık aa dostlar!

Neyse ben yine bunu anlatmayacaktım ama aklımdan geçenler dilime vurduğundan gevezelik yapıyorum. Ne diyordum kış kapıya dayanınca hemen kış gezmesi moduna giriyorsun, kalın kalın kabanlarla kat kat çoraplarla süsünün püsünün belli olmadığı fotoğraflara razı olmak zorunda kalıyorsun.

Şu günlerde öyle hissederken, tam bir yıl önce gidip de nedense yazısını yazmadığım Nürnberg'i anlatayım dedim. Hazır Christmas yaklaşıyor, belki gitmek isteyeniniz olur diye yine vatana ve millete hayırlı bir yazının altına imzamı atmaya karar verdim. 




 
Şimdi efendim, Nürnberg Almanya'nın minik şehirlerinden biri, Münih'e otobüsle 2,5-3 saat mesafede. Avuç içi kadar bir şehir, normal zamanda görülecek pek bir şeyi yok açıkçası (Beni artık tanıdığınızı varsayıyorum :)) Ama Noel zamanı bu şehir birden o bölgenin en civcivli şehri oluveriyor. Çünkü Aralık ayının başında kurulan ve Noel gecesine kadar devam eden Christmasmarkt'lardan en ünlülerinden birine ev sahipliği yapıyor. Ben de geçen yıl Muro Almanya'ya yerleştikten sonra onu ilk ziyaret edişimde günübirlik Nürnberg'e gidelim ve o meşhur Christmasmarkt'ta sıcak şarap içelim dedik. Sabahın köründe kalktık, oranın en Kamil Koç'u olan Flixbus'a bindik, Avrupa için uzun sayılabilecek bir yolculuğun ardından Nürnberg'e vardık. Küçük bir Tinder kavgasından sonra (evet ben kıskanç bi hatunum :p) Christmasmarkt'a gittik ve maalesef bütün standlar kapanmıştı ve kamyonetler hepsini toplamaya başlamıştı. Meğer 24 Aralık günü son günmüş ve öğleden sonra tüm standlar kapatılır ya da kaldırılırmış. Açık olan tek dükkandan bir bardak sıcak şarap aldık (Hiç sevmedim, nasıl içiyorsunuz o tatsız şeyi Allah aşkına!) onu içerken de şehri geziverdik. Evet bir sıcak şarap içimi kadar sürede gezilebilecek bir şehir. Nürnberg Kalesi, Frauenkirche katedrali ve Albrecht Dürer's House belli başlı görülecek yerleriO yüzden günübirlik gezilerinize dahil edebilirsiniz. Ama Noel zamanı gidecekseniz bizim gibi Noel gününe bırakmayın, kös kös dönersiniz yoksa.







 

Bu yılki Noel planımda Colmar'a gitmek var, orası da yine Christmasmarkt'ıyla meşhur ve kısmet olursa tarih olarak en civcivli günü seçtim. Bu sefer kaçışı yok, deli instagram fotolarıyla geliyorum canımslar :)

PS: Ben instagramda gezdiğim yerleri paylaştığım bi hesap açtım da, @gezer_misin adı, takip eder misiniz, tabi eğer henüz etmediyseniz :)
 

Martin Eden

$
0
0

Martin Eden’la ilk tanışıklığım lise birinci sınıfa dayanır. O zamanlar yaşım on beş, çılgınca dünya klasiklerini okuyorum. Suç ve Ceza, Anna Karenina, Budala, Vadideki Zambak falan Rus edebiyatıyla dolup taşıyorum, ismimi Tatya İvanovniç olarak değiştirecek kadar içime işlemiş karakterler. Önce Raskolnikov’la heyecanlanıyorum sonra da Goriot Baba’nın o pejmürdeliğine içim dağlanıyor.

Derken sıra Jack London’ın Martin Eden’ına geldi. Diğer bütün Rus edebiyatı eserleri gibi kalınlık konusunda maşallahı vardı, sıkılır mıyım diye ilk başlarda bi çekiniyorum ama yine de başlamışım bir kere, bitmesi lazım. Zaten hayatım boyunca yarım bıraktığım kitap sayısı iki elin parmaklarını geçmez de, o yaşlarda öyle bir okuma aşkı var ki içimde ergenliğe girmemişken Freud okumuşluğum var düşünün artık…

Neyse Martin’i, kaba saba konuşmalarını, ilk görüşte aşık olduğu Ruth için kibar olma çabalarını falan daha ilk sayfalardan çok seviyorum. Hele o yazma hevesi yok mu, yazar olacağına inancı, içindeki kelimeleri iştahla kağıda dökmesi… Daktilo kirası mı yemek mi ikileminde düşünmeden cebindeki son parayı daktilo kirasına vermesi, bu idealistliği… Aylarca platonik olarak Ruth’u sevmesi, onun gibi burjuva kızına layık olabilmek için gece gündüz okuması, kafasını bilgiyle doldurması falan o yaşlardaki ben için etrafımda kalpler uçuşmasını sağlıyor. Ama sonra Ruth’a açılması ve peşinden başarı ve bir o kadar da hayal kırıklığı dolu günler yaşaması, nihayetinde de beklenmedik bir son.

Kitap bittiğinde çok etkileniyorum, çok sorguluyorum aşkı, sevgiyi, koşulsuz sevgiyi, toplum baskısını, kabul görme ihtiyacını, küçük görme ukalalığını… Tabi bu sorgulamalarım bir sonraki kitaba geçtiğimde bir kenara atılıyor ve sonra da unutulup gidiyor.

Aradan yıllar geçiyor, otuzuma merdiven dayamışım, tekrar okumak istiyorum Martin’in hikayesi, hem bu yaşlarda beni daha çok etkileyeceğini düşündüğüm için, hem de itiraf ediyorum biraz da hikayeyi unuttuğum için. Hazır lafı açılmışken, ben üç beş yıl önce okuduğum kitapların bazılarının konusunu unutuyorum ya. Yani konusunu demem yanlış olur aslında da, hani sonu nasıl bitti, aralarda ne gibi olaylar oldu falan bazıları tamamen siliniyor. Bende mi bi Alzheimer var yoksa diğer insanlarda da mı böyle çok merak ediyorum. Zira bir buçuk yıl önce okuduğum Trendeki Kız kitabının (ki kitabı bir solukta okumuş hayran kalmıştım) filmine gittim geçen haftalarda, filmi kitabı okumamışlar kadar merakla izleyip sonunda da bir o kadar şaşırdım. Artık nasıl sildiysem… Neyse yani özetle bu konu Martin Eden için de geçerliydi.

Yine kısa bir sürede bitiriyorum Martin’le olan birlikteliğimi. Bu sefer yine çok etkileniyorum, yine çok üzülüyorum ve bu sefer sinirleniyorum. Ruth’a ve onun ait olduğu sınıfın mahalle baskısına çabucak boyun eğmesi falan beni uyuz etti. Sevgi diye adlandırdığı şeyin aslında mevki, sınıf, kazanç olduğu gösterdi şıllık. Ve böyle böyle Martin’in içindeki yaşama sevincini öldürdü.

Aslında özeleştiri yapmak gerekirse hepimizin içinde bir Ruth yatıyor sanırım. Hepimizin sevgisi “bazı koşullara” bağlı. Arkadaşlık ilişkilerimizde de ikili ilişkilerimizde de bu koşullara göre insan seçiyor ya da yargılıyoruz. Yaptığı bir davranış için eleştirdiğimiz, sırt döndüğümüz birinin yaptığının aynısını belki de biz yapıyoruz. “Görmemiş evlenmiş kocişim kocişim diye paylaşıyor” derken evlenince aynı temalı fotoğrafların başrolü oluyoruz. “Görmemişin çocuğu olmuş” deyip eleştirdiğimiz annelerden daha beter hale geliyoruz kendi çocuğumuz olunca. “Parayı buldu bizi tanımıyor” diye söylendiğimiz insanlar gibi etrafımızdakileri değiştiriyoruz biraz daha varlık sahibi olunca.

Bu kez kafa karışıklığıyla bitirdim kitabı, böyle cevap bulamadan. Ruth’a kızıp bir yandan da empati yapmaya çalışarak, Martin’e neden bu kadar çabuk pes etti diye hayıflanarak kapattım son kapağı…


Yani işin içinden çıkamadım, ama ben Martin Eden’ı çok sevdim yine yeni yeniden…

Adım Adım - Yol Arkadaşım Olur Musun?

$
0
0
Malum kasım ayı geldi ve hayır o klişe ve bir o kadar yanlış olan "kasımda aşk başkadır" geyiği yapmayacağım bu sefer size. Hatta bu sefer geyik yapmayacağım, azıcık ciddi şeylerden bahsedelim ama değil mi? 

Kasım ayı geldi dememin sebebi İstanbul'da yaşayanların en az bir kez katıldığı ve Asya'dan Avrupa'ya koşarak geçtiğiniz Avrasya Maratonuna sahiplik yapması... Ben de bir kez katıldım, maalesef astım olduğum için koşamadım ama tempolu yürüyüp, köprünün üzerinde bir milyon fotoğraf çekip "Ölmeden önce yapılacak 100 şey" listesinden bir maddeye daha tik attım. 

Ama bu organizasyona sürekli katılan ve benim gibi boş boş koşmayan arkadaşlar var. Mutlaka görüp duymuşsunuzdur, attıkları her adımda çeşitli sosyal sorumluluk projeleri için destek veren ekipleri.

Benim aksime (ben kendimi o konuda biraz duyarsız görüyorum itiraf etmem gerekirse, maalesef bu benim eksikliğim) yakın çevremdeki birçok arkadaşım 13 Kasım'da yapılacak maratonda bir hedef için koşacak. Cezaevinde büyüyen çocuklar için anaokulu yapımı için koşan arkadaşım da var (Kampanya Detayı: http://ipk.adimadim.org/kampanya/CC10662), Koruncuk Vakfında büyüyen çocuklara Koruncuk Köyünde aile evi yapımı için koşan da var (Kampanya Detayı: https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC13872).

Bir de bugün yine böyle hem melek kalpli hem de melek kadar güzel bir arkadaşımdan gelen Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği (TOFD) için akülü tekerlekli sandalyeli arkadaşlarla birlikte koşacak bir grup da varmış. Her bir tekerlekli sandalye ile 5 kişilik bir ekip olarak koşuyor, bitiş çizgisine kadar dönüşümlü olarak sandalye iteceklermiş.  Böylece hem tekerlekli sandalyeli arkadaşlarımıza güzel bir deneyim yaşatacaklar hem de bizlerin yapacağı bağışlarla ihtiyaç sahiplerine akülü tekerlekli sandalye alımına katkıda bulunacaklar.



Neden akülü tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyulduğu ve kampanyanın detayları ile ilgili arkadaşımın da koşacağı ekibin lideri Sercan Karapoyraz'ın mailini aşağıya kopyalıyorum (Umarım sorun olmaz :() 

Neden olmasın belki bizlerin de çorbada tuzu bulunur ne dersiniz? Mümkün olduğunca paylaşabilirseniz çok sevinirim. Muckss

-----------------------------------------------------------------------
Neden Koşuyorum

Sevgili Dostum/İş Arkadaşım

13 Kasım 2016 günü yapılacak olan 37. Vodafone İstanbul Maratonu’nda “Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği – TOFD
için iyilik peşinde koşuyorum!
Sadece şikayet etmiyorum
, değiştirmeye çalışıyorum, adımlarımla çevremdekileri harekete geçirmeye çalışıyorum, farkındalık yaratıyorum..
Maratonda attığım adımlarla
İstanbul-2016-TOFD-Yol Arkadaşım Olur musun? projesini destekleyeceğim.

Projeyle ilgili detaylı bilgi edinmek istersenàhttps://www.youtube.com/watch?v=AG6WPMVyd9I  solda linki yer alan videoyu izlemeni öneririm

Kimdir bu TOFD dersen de işte tam buradanhttp://www.tofd.org.tr/  kim olduklarına bakabilirsin..

2008 yılından bugüne TOFD koşucuları ve bağışçıları sayesinde alınan toplam 1,547 adet akülü tekerlekli sandalye; okullarına, işlerine gidemeyen ve sosyal hayata katılamayan 1.547 bedensel engelli arkadaşımıza hareket özgürlüğü kazandırdı.  Manuel tekerlekli sandalye kullanamayan ve ağır engel grubu içinde yer alan ortopedik engelli bireylerin, başkalarına bağımlı olmadan çalışabilmesi, okula gidebilmesi, alışverişe çıkabilmesi; kısacası hayatını nispeten kendi kendine idame ettirebilmesi için ihtiyacı olan bir adet Akülü Tekerlekli Sandalye’nin bedeli 3.250 TL..

13 Kasım 2016 günü İyilik Peşinde Koşacağım ve adımlarıma anlam katacağım koşumda beni desteklersen çok mutlu olurum.
Bağış yapmak çok kolay. Aşağıdaki bağlantıya giderek bu kampanya için hazırladığım sayfamda hem şu anda kaç kişiden bağış topladığımı görebilirsin hem de istersen bağış yapabilirsin.

Beni desteklemek için sen de bağış yap
..
https://bagis.adimadim.org?ccid=CC15571

Kampanyamın son durumunu merak ediyorsan
https://ipk.adimadim.org/kampanya/CC15571

Sevgiler
,
Sercan KARAPOYRAZ

Sadeleşme

$
0
0

Geçenlerde facebookta güzel bir yazıya denk geldim, hayatımızda fazlalık ne varsa ‘at gitsin’ deyip rahatlamamızı öğütleyen ve insanı birden gaza getiren bir yazıydı. Zaten son zamanlarda her anlamda sadeleşme yanlısı hissettiğim şu günlerde bu yazıyı okuyunca ben baya bi gaza geldim ve başladım sırayla evin her odasına el atmaya.

Yoksul bir çocuk için büyüdüğümden midir nedir, bir şeyin işe yarayabileceğine dair ufak bir düşüncem varsa o şeyi asla atmam. Mesela gelen hediyelerin kaplarını, bebek şekerlerinin ufak şişelerini, konservelerin kavanozlarını, eskiyen kıyafetlerin düğmelerini falan atmam biriktiririm. Çünkü bir gün lazım olabilir. Evet, kesinlikle…

Yedi yıl önce tazecik bir mühendisken kendimi Banka gibi resmi bir kurumda bulunca o toylukla binlerce demode ötesi takım elbise almıştım. Öyle çirkin ve demodeler ki 22 yaşında onları giyip 50 yaşında emekliliğine üç kalmış şube şefi gibi dolanıyordum plazada, içler acısı bir tablo resmen. Ha keza bir sürü bluz, kazak, etek falan dolup taşıyor ve ben işe giderken döne döne hep aynı (sevdiğim ve kendime yakıştığını düşündüğüm) şeyleri giyiyorum. Her sene elim gidiyor o emekli şef kıyafetlerine ama hepsine de tonla para vermişim, hem bir gün lazım olur, giyerim. Evet, kesinlikle…

Yine yedi yıl önce nasıl bir zihne sahipsem memleketimden İstanbul’a taşınırken koli koli ders kitaplarımı ve defterimi getirdim. Hatta sadece kitap ve defterlerle yetinmeyip vize ve finallere hazırlanırken saman kağıdına aldığım notları da getirdim. Çünkü oradaki kitaplardan, notlardan yararlanmam gerekebilir, bana yöneylemden oyun teorisi ya da iş etüdünden iyileştirme soruları sorabilirler falan, lazım olur döner bakarım. Evet, tabii kesinlikle…

Senelerdir spor yaparım, hemen her ay women’s health dergisi alırım, ayın birinci günü okuyup gaza gelir ikinci günüyse eski motivasyonsuzluğumla devam ederim hayatıma. Okudum evet güzel, sonrasında kitaplığımın bir köşesinde onlara ayırdığım yerde biriktiririm dergileri. Çünkü günün birinde side plank nasıl yapılır bakmam gerekebilir, lazım olur. Evet aynen…

Benim bu çöp ev zihniyetiyle oluşturduğum envanter listem uzar da gider, ama siz ana fikri anlamışsınızdır sanırım. Bir gün lazım olur diye biriktiriyorum, saklıyorum, atmıyorum. Ben böyle yaptıkça yalnız yaşayan bir insan için biraz büyük olan 2+1 eve gitgide sığamaz hale geliyorum. Dolaptan giysiler, kitaplıktan kitaplar taşıyor. Bir de huyum kurusun, temizlik takıntısı olan bir insanım, çok eşya çok toz demek, sürekli de temizlik yapıyorum sırf bu doldurduklarım yüzünden.

Ama bir gün tak etti. Emin değilim kitaplıktan kitaplar mı devrildi, hediye kağıtları alev mi aldı, kıyafetler mi güvelendi tam hatırlamıyorum ama bir şey tetikledi sadeleşme hareketimi. Belki yakın gelecekte zaten taşınma işlerine girişeceğim için ya da evdeki fazlalıkların ölü toprağı etkisi yarattığını düşündüğüm için, bilmiyorum. Her ne şekilde geldiyse o dürtü sayesinde bir tam gün boyunca ‘bir gün lazım olur’ diyerek sakladığım ne varsa attım, ayıkladım, poşetledim, dağıttım.

Bütün o hediye kapları, ıvır zıvırlar, kutular, kavanozlar hepsi çöpü boyladı.

O bir gün giyerim diye sakladığım ama üç kıştır, beş yazdır giymediğim ne varsa poşetledim. Annemle birlikte gönderdim.

Üniversitede tuttuğum notları, okul kitaplarımı (zaten hemen hepsi fotokopiydi 😂), defterleri içim yandı evet ama kağıt toplayan çocuklar bari yararlansın diye attım.

Women’s Health’lerin başına ne geldiğini tahmin etmeniz zor değil herhalde.

Bunlar sadece aklıma gelenler… Anne babamın ziyarete gelmesinden de destek alarak öyle de bir abarttım ki “bu masa bana büyük, napalım bunu da mı atsak” boyutuna ulaştırdım.

O kadar rahatladım ki size anlatamam. Çok eskiden kalan, toz toplamaktan başka bir işe yaramayan, beni üzecek anılara ev sahipliği yapan her şeyin benden ve evimden uzaklaşması içimi ferahlattı. Bu kadar iyi geleceğini düşünmemiştim sırtımda taşıdığım onca yükten kurtulmanın.


Şimdi sıra hayatımda bu niyetle tuttuğum, aslında bana faydası olmayan, enerjimi alan, negatiflik salan ‘arkadaşlardan’ kurtulmakta… Nasıl yaparım bilmiyorum ama eşyalardan kurtulmanın bile bu kadar iyi hissettirdiğini düşünürsek parazit gibi hayatımıza çöreklenmiş insanlardan kurtulmak nasıl rahatlatır tahmin bile edemiyorum.

Kartpostal Köyü Hallstatt

$
0
0
Uzun zamandır kah pinterestten kah instagramdan takip edip, gidelim gidelim diye sağın solun başını yediğim bir yerdi Hallstatt. Her mevsimde çekilmiş fotoğraflarının birbirinden güzel olduğu çok yer yoktur diye düşünüyorum. Tamam bir ben varım ama beni saymayın :p

Neyse yine kısa Münih ziyaretlerimden birine kısmet oldu görmek. Footprint de footprint diye birbirini yiyen iki insan olarak rota çıkarıldı, fayda/maliyet analizi yapılarak en mantıklı ulaşım yöntemi seçildi, yolluk niyetine börekler çikolatalar kolalar hazırlandı sabah erkenden kalkılıp yollara düşüldü.  

Yaptığım araştırmalar sonucunda Hallstatt’a en zahmetsiz gidiş yolunun araba kiralamak olduğunu keşfettim. Zira bizim gibi Almanya’dan ya da yakın başka bir ülkeden/şehirden geçiyorsanız treni ya da toplu taşımayı seçmeniz süre olarak da maliyet olarak da neredeyse aynı kapıya çıkıyor. Yani araba kullanmayı biliyorsanız ya da bilen biriyleyseniz yapın bir çılgınlık ve kiralayın bir araba.

Ben Münih’ten gidişe yönelik rotayı ve süreleri vereceğim, siz kendinize göre google mapsten hesaplayıverin artık. Münih – Hallstatt arası 2,5 saat sürüyor. Rota gayet keyifli ve tehlikesiz bir rota, dilerseniz bizim gibi yol üzerindeki Alman kenti Rosenheim’a uğrayıp bir saatlik kısa bir turla bir şehir daha gezmiş olursunuz. Biz sabah 11’de çıktık, 12’de Rosenheim’da mola verdik ve yaklaşık bir saat bu küçük Alman şehrini gezdik. Şu sıralar tüm Avrupa’da Noel hazırlığı var, ağaçlar süsleniyor, vitrinler cıvıl cıvıl ve meydanlara caddelere Christmaskindlmarktlar kurulmaya başlamış. Biz dolaşırken henüz açılmamışlardı ama genelde zaten Aralığın başında başlayıp Noel’e kadar açık kalıyor o küçük pazarcıklar.

Rosenheim


Rosenheim

Rosenheim çok küçük ama ona rağmen capcanlı bir şehir. Şahsen ben arabayı ilk park ettiğimizde “Walking Dead’i burada çekiyorlar heralde, ne kadar ölü bir şehir” diyerek ezikledim ama beş dakika sonra “ayyy gel şu mağazaya da bakalım, ay şurada fotoğrafımı çekseneee” diye cıvıldayıp duruyordum. Kamuoyu önünde senden özür diliyorum Rosenheim. Ve yüce gönüllü iki teyze, siz bu satırları okumazsınız, cayır cayır almanca konuşuyosunuz, yes demekten bihabersiniz ama olsun. Biriniz sivilce kremi alırken bize hiçbir Avrupalı satışçının davranmadığı kadar sıcak davrandınız, diğeriniz de park parası için eksik kalan 10 centi bize verdiniz. Allah sizi torunlarınıza bağışlasın.

Rosenheim
Neyse bu duygusal andan sonra gözyaşlarımızı kurulayıp Hallstatt’a yol almaya başladık. Navigasyon mu bizi o yollara soktu yoksa normalde de oralardan mı gidiliyor bilmiyorum ama bir ara tek şerit bile olmayan yarım şeritlik yollardan gittik. Hatta Amerikan filmlerine atıfta bulunup “İki sevgili haftasonunu geçirmek üzere küçük kasabaya doğru yola çıkarlar” şeklindeki sonu Kanal D’de gece 12’den sonra yayınlanmaya mahkum ucuz korku filmlerine bile benzettik halimizi (of bu cümle çok uzun oldu sanırım L). Neyse Hallstatt’a vardığımızda öğleden sonra üç olmuştu ve biz gün batmadan adam gibi bir iki instagram fotosu ıhhm şey yani adam gibi gezmeli görmeliydik.

Hallstatt
Hallstatt



Hallstatt


Şansımıza köye tepeden baktığımız o on dakikalık süreçte hava açıktı ve hakikaten hayranlık uyandıran manzaraya şaşkın şaşkın bakakaldık. Gölün kenarına indiğimizde ise sis çökmüştü ve maalesef gölde görüş mesafesi baya bir azalmıştı. O yüzden biz de yollara evlere hediyelik dükkanlara falan baka baka gezdik. Yeri gelmişken şunu söylemek isterim ki Hallstatt çok pahalı. Bir magnete 5 euro verdim ve gözümden bir damla yaş süzüldü. Altından mı yaptılar seni imansız!

Hallstatt

Hallstatt


Hallstatt

Teleferikle çıkılan ve içinde bir Amusement Park (anladığım kadarıyla roller coster tarzı bişe) barındıran Tuz Madenlerini ise gezemedik çünküüü 3’te kapanıyormuş. Tamamen saçmalık. Üçte millet yeni geliyor be, “no no its closed” diye beni tersleyen biletçi teyze sen de bir o kadar uyuzsun!

Biz gezemedik yani Salzmines’ı ama siz giderseniz mutlaka deneyin, baya eğlenceli diyorlar… Ha bir de Skywalk denen bir şey varmış ammavelakin o da bazı mevsimler bazı dönemler kapanıyormuş. Yani sizin anlayacağınız bir tek şehri gezdik sonra bindik arabamıza tırıs tırıs döndük.

Dönüş yolunda da St. Gilgen ve Mondsee’ye uğradık, ikisi de minnak kasaba ve içindeki insanların İngilizce diye bir dilin varlığından haberleri yok maalesef. “Can you take picture of us?” sorusunu sorduğumda “Nein nein, ich verstehe nicht” diye koşarak uzaklaşanlar gördüm. Çok ayıp…
Mondsee

Mondsee
St. Gilgen

Ve işte karşınızda Münih

$
0
0

Yüz kişinin yaşadığı bir kasabadan geçse dahi “Ay ben x yere gittim, bir güzel bir güzel” diye anlatan insan olarak ben fark ettim ki bugüne kadar bir Eskişehir’i yazmamışım bir de Münih’i… Biri has memleketim, diğeri de müstakbel memleketim olmasından mütevellit kendilerine haksızlık ettiğimi düşünerek buna bir son vermek istedim. O yüzden Christmasmarkt’ıyla zirveye oynayan Münih’le başlıyorum, malum aylardan Aralık, Avrupa cıvıl cıvıl, gideniniz olur işinize yarar.

Şimdi efendim Münih, Almanya’nın güneyinde kalan Bavyera eyaletinin başkenti, iki üniversiteye ve birçok expata ev sahipliği yapan bana kalırsa diğer Alman şehirlerine göre daha canlı ve (iklim olarak) daha sıcak bir şehir… Ayrıca coğrafi konumu sayesinde birçok Avrupa ülkesine kısa süren tren seyahatleriyle ulaşabileceğiniz bir yer. Yani Avusturya’ya, İsviçre’ye, Fransa’nın güneydoğusuna hatta biraz kasarsanız Belçika’ya falan bile gidip gezebilirsiniz. Son bir yılda Münih’e dört kez gittim, her gidişimde de Münih’le birlikte bir yeri daha görme fırsatım oldu. Berlin’i görme şansına henüz erişemedim ama hem seyahat için hem de yaşamak için (inşallah) üst sıralara yerleşir benim gözümde.


Bu kadar lafsi reklamın ardından yolunuz Münih’e düşerse nerelere gezebilirsiniz ona geçeyim di mi? Muro orada yaşadığı için otel tavsiyesi veremiyorum maalesef ama eğer Münih’e giderseniz şehrin neresinde kalırsanız kalın merkeze yani şehrin ev civcivli yerlerine ulaşımınız maksimum yirmi dakikanızı alır. Ulaşım ağı çok gelişmiş ve günün her saati (evet 7/24) bir yerden bir yere ulaşabilir durumdasınız. U-Bahn ve S-Bahn ağı zaten çok efso, onun haricinde tramvay ve otobüslerle de yer üstünde de gidemeyeceğiniz yok J

Münih’e İstanbul’dan çok sayıda uçak kalkıyor, Münih havaalanından şehir merkezine S1 ve S8 hatlarıyla kolaylıkla gidebilirsiniz. Havaalanında bulunan bilet makinelerinden 24 saat tüm ulaşım araçlarında geçerli biletinizi alabilirsiniz, makinelerdeki dil seçeneklerinde Türkçe de var o yüzden çok da cebelleşmiyorsunuz. Metrolarda bizdeki gibi turnike sistemi yok, o yüzden kartınızı okutmayı unutabilirsiniz ya da çakallık yapmaya çalışıp beleşe binerim yaee şeklinde gaza gelebilirsiniz ama yapmayın derim. Sıklıkla kontrol oluyor ve cezası da en son 60 €’ydu yanlış hatırlamıyorsam.



Münih’in en civcivli yerleri Marienplatz’la Karlsplatz arası. O yüzden metroyla ya da tramvayla Karlsplatz’da inip Marienplatz’a kadar yürürseniz şehrin kalbinin orada attığına şahit olursunuz. Bu rota boyunca bir sürü ünlü markanın mağazaları, apple store (kur bu kadar yüksekken ne kadar ilgilenirsiniz bilemiyorum ama J) küçük sokak marketleri ve süslü düzenli korunmuş binalar görebilirsiniz. Karlsplatz’a Aralık ayında buz pisti kuruluyor, etrafında da sıcak şarap, bira, patates, sosis gibi şeyler satan küçük standlar kuruluyor, uğramadan geçmeyin derim.


Marienplatz benim Münih’te en sevdiğim yer. Her seferinde kendine hayran bırakan, bir zamanlar katedral olan ama artık AVM (evet bildiğiniz AVM) olarak kullanılan Frauenkircshe Katedralinin görkemiyle büyüleneceksiniz, garanti veriyorum. Marienplatz’a Christmas zamanı Avrupa’daki en meşhur Christmaskindlemarkt’ı kuruluyor, cıvıl cıvıl ışıl ışıl ve daha bir çok ikileme sıfatı kullanabiliriz burası için.


Her Avrupa şehrinde olduğu gibi Münih’te de devasa büyüklükte bir şehir parkı var, EnglischerGarten. Ortasından akan Isaar Nehrinde sörf bile yapılıyor, sörfçüler ve gösterileri izlemeye değer gerçekten. Englischer Garten için New York’taki Central Park’tan bile büyük deniyor ama kesin bilgi değil yaymayalım. Ama gidip gördüğünüzde tecrübe edeceksiniz ki gez gez bitmeyen bir büyüklükte. Güneşe hasret Münihliler yazları burada güneşleniyor, nehre girip serinliyor, çimlerde yayılıp kitap okuyup gitar çalıyorlar falan, pek bi canlı hareketli oluyor. Ama benden size bir tavsiye, parkın bir kısmı NüBeach yani anadan üryan güneşlenmek serbest, hani giderseniz memişleri açık ablaları, pipileri sere serpe abileri görürseniz benim gibi “Töbe bismillah” diye sesli şaşırmayın.





Münih’in diğer bir büyük parkı da Olympia Park, tarihe Kara Eylül olarak geçen1972 Münih Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan ve şimdilerde de geniş bir yeşil alanda rahatlayabileceğiniz bir park. İçinde minik bir göl ve 7 €’ya çıkabileceğiniz bir kule bulunuyor. Kuleden bütün Münih’i tepeden görme fırsatını yakalayabilirsiniz. Ha kuleye çıkmasanız olur mu? Kesinlikle olur…






Olympia Park’ın hemen yanında BMW Müzesi (BMW Welt) var, zaten Olympia Park durağında indiğinizde önce BMW Müzesinin olduğu alana çıkıyorsunuz. Arabalara merakınız olsun olmasın müzeyi gezin derim. Müzenin ücretsiz gezilen alanında eski/yeni birçok BMW modelini görüp içine binme fırsatını yakalayabilirsiniz, ayrıca biraz ücret ödeyerek (kaç paraydı hatırlamıyorum L) BMW fabrikasının içini de gezebiliyorsunuz.










Malum Almanya İkinci Dünya Savaşında pek bir zalimmiş, Hitler’in savaşı Münih’te başlattığı, o hepimizin aklımıza kazınan konuşmalarını Münih’te yaptığını biliyoruz. Savaş boyunca Almanya sınırları içerisinde yüzlercesi kurulan ve Yahudilere işkence edildiği iddia edilen Konsantrasyon kamplarından biri de Münih Dachau’da. Petershausen yönüne giden S2 nolu trenle Dachau istasyonunda inerseniz kampı gezebilirsiniz. Müze demek istemiyoruz zira insanlara yapılan işkencelerin izlerini taşıyan bu yere müze demek anlamsız. Zaten Almanlar da burayı hatalarını kabul ederek kendilerine ibret olsun diye hazırlamışlar. Kampta mahkumların yatakhaneleri, yemekhaneleri, banyoları ve maalesef gaz odalarını gezebiliyorsunuz. Giriş ücretsiz. Münih’te vaktiniz varsa ve tarihi olaylara meraklıysanız insanlığın en büyük suçlarından birine ev sahipliği yapan bu kampı ziyaret edebilirsiniz.






Münih’in biraz dışında Tutzing yönüne giden S6 nolu trenle ulaşabileceğiniz güzel de bir göl var. Almanca’da See göl demek, o yüzden haritaya falan baktığınızda Almanya ve civarı ülkelerde birçok “Bilmemne See” adında yer göreceksiniz, İngilizce kafası yaşayıp ‘ne denizi yaaee’ demeyin benim gibi. Neyse ne diyordum. Starnberger See çok güzel bir yer, göl kıyısında bulunan ve yazları beach club kışları da battaniyelere sarınıp içkilerin yudumlandığı mekanlar var. Yolunuz düşerse herhangi birinde oturup bir içki içip huzurun tadını çıkarın derim.




Münih denince belki de akla gelen ilk şeyi en sona bırakıyorum: Oktoberfest… Oktoberfest’i zaten uzun uzun burada anlatmıştım, o yüzden yeniden yazmayacağım ama güzelliği, eğlencesi pek anlatılmaz, yaşanır. Bence Münih’e bir seyahat planlıyorsanız Oktoberfest zamanına denk gelecek bir plan yapmalısınız. Bir taşla beş kuş falan birden vurabilirsiniz.

Çok fazla öğrenciye ve expata ev sahipliği yapan Münih’te aslına bakarsanız sürekli festivaller oluyor. Muro’dan ve takip ettiğim bloggerlardan duyduğum kadarıyla mesela şu an kış festivali  Tollwood var, baharda FrühlingFest yapılıyor, yine yılın bu zamanları Erotik Fuar falan oluyor (ben gitmedim ama geçen yıl giden sevgilimin anlattıklarından baya değişik ve güzel bir fuar olduğunu duydum J)

Sanırım Münih’le ilgili turist bakış açısıyla yazabileceğim şeyler bu kadar. İnşallah seneye oraya yerleşip turist kategorisinden çıkıp da yerli olarak tecrübe etmeye başladığımda sizi Münih’te ve Almanya’da yaşam hakkında bilgilendirmeye devam ederim diyorum.

Kış Saatine Çakılı Kalmak

$
0
0

Üç dört ay önce saatlerin geri alınmayacağı haberini duyduğumda itiraf edeyim çok sevinmiştim. Zira yıllardır şikayet ettiğim şey akşam altıda işten çıktığımızda havanın zifir karanlık olmasıydı ve bu beni altı ay boyunca çok mutsuz ediyordu. Herkes saatlerini bir saat geri alırken bizim almamamızın finansal sistemlerde yaratacağı kargaşa (Bankacı olmama rağmen), Şampiyonlar Ligi maçlarını gecenin bir yarısı izleyebilecek olmamız falan bile coşkumu azaltamamıştı. Ha, üzüldüğüm bir şey vardı ki Almanya’da yaşayan Muro’yla aramızdaki saat farkı birden ikiye çıkmıştı ve bir yıldır hemen her akşam yaptığımız skypelar, facetimelar bu durumdan etkilenebilirdi. Eee benim yatma vaktim geldiğinde adam daha yeni avdan dönmüş (Bkz: Pokemon Go), yemeğini yemiş oluyordu. Dolayısıyla muhabbetimiz genelde benim uykum yüzünden kısa kesiliyordu. Ama olsundu, hava kararmayacaktı artık, biz de altı ay dişimizi sıkıverirdik canım!!

Ama gelin görün ki, aradan geçen üç ayın ardından karanlıktan bileklerimi kesme noktasına geldim. Ulan arkadaş zifir karanlıkta kalkıp işe gittiğimiz yetmiyormuş gibi bir de akşamları da karanlık oluyor, çünkü güneş tam da gözlerimin önünde 17:30 civarında batıyor. Ben ve mesaisi 18:00’da biten milyonlarca insan için hele de bir de üzerine eve gidiş süresi falan da eklenince eve girişimiz de gece karanlığında sokak lambaları altında oluyor. Hani aydınlıkta çıkacaktık ulan işten? Hani eve yazın olduğu gibi gün ışığında varacaktık? Artık gün ışığından daha fazla yararlanma, enerji tasarrufuna gerek yokmuşmuş! Nah gerek yok! Ulan ben bile –ki evde ışık sevmem, hele de geceleri tek yaşamama rağmen zifir karanlık yaparım evi- geceleri gece lambalarımı kapatmaz oldum, salon ışığını, banyodaki lambayı falan açık bırakıyorum ki sabah yedide uyandığımda kapıya çarpıp kaşımı yarmayayım. Sizi bilmem ama benim enerji tüketimim kesin ikiye katlanmıştır bu aptal karar yüzünden.

Sabahlar ilk alarmım 06:50’de çalıyor, ikincisi 07:00’de. Bu uygulama başlamadan önce genelde 06:50’de yataktan çıkmış olur, yedide çalan alarma kadar radyoda çalan üçüncü şarkıya eşlik ediyor olurdum. Şimdiyse 06:50’de alarm çalıyor, onu durdurup kalan 10 dkda böyle rüyalı müyalı bayaa derin bir uyku çekiyorum. Çünkü bünyem o karanlıkta uyanmayı reddediyor, olmuyor, kabullenemiyor biyolojik saatim gün doğmadan uyanmayı.

Ama napalım el mecbur çıkıyorum yataktan, zaten kış ve soğuk, doğalgazı gece kısan insan olarak ortam serin, güç bela yüzümü yıkıyorum, açılmamış gözlerime lens takıyorum, makyaj yapmaya çabalıyorum. Eskiden ne giyeceğime geceden karar verirdim, şimdiyse sabahları dolabın önüne oturup karar veriyorum ki aslında o arada karar verme ayağına iki dk daha uyuyorum, sonra da elime geçen en kalın kazak, en kalın çorap ve eteği giyip çıkıyorum.

Saat 07:20 ve abartmıyorum gerçekten karanlık ve buz gibi soğukta servis beklemeye gidiyorum. Sokakta bir ben bir de kediler oluyor. Ha bir de boyunca çocuklarını servise bindiren anneler. Eskiden (yani gün aydınlıkken) bu çocuklar kendileri bekliyordu servisi, artık ya anneleri ya da babaları da onlarla birlikte servis bekliyor, malum çocuk daha uyanamamış, servis geldi diye organ mafyasının minibüsüne binse ameliyattan sonra ayırdına varır maazallah.

Ya benim sokağımın başında bir kahvehane var, mahalledeki abilerin, amcaların 7/24 okey oynadığı ve gündem üzerine derin tartışmalar yaptığı bir cazibe merkezi. Yani ben öyle olduğunu sanırdım, çünkü gece eve ne kadar geç dönersem döneyim kahve hep açık olurdu, sabahları da işe giderken açılmış, çay demlenmiş, gazeteler gelmiş olurdu. Ama meğer kahvehane 7/24 açık değilmiş, artık onlar bile açmıyorlar dükkanı. Artık heralde gün ağarınca falan ilk çay demleniyordur.

Yaklaşık beş dakika servis bekliyorum ki beklediğim cadde Bakırköy’ün en işlek caddesi, hani öyle ıssız, kendini tedirgin hissedeceğin bir yer değil. Tüm otobüsler, minibüsler, arabalar oradan geçiyor. Ama artık servis bekleyene kadar hatim indiriyorum “Allahım nolur bugün de servise binebilmeyi nasip et” diye, hani serviste kaza yapıp ölsem tamam ama lütfen servise binebileyim, kimse beni kaçırmasın modundayım. Geçen gün önümde bir Doblo durdu, ben hemen başladım Kelime-i Şehadet getirmeye, dedim bu kadarmış ömrüm, onca şeye üzüldüğünle kaldın falan içimden kendime kızıyorum, adam yolcu camını indirdi “xx caddesi buraya uzak mı?” dedi, ben de “hayır bu cadde xx caddesi” dedim. Sonra “Cafe yy buraya yakın mı” dedi ben de “hemen şurası” dedim. Lanet olsun içimdeki yardımsevere, bilmiyorum de geç di mi? Salaklığım yüzünden bu hayattaki son sözlerim “hemen şurası” olacak, god damn it! Neyse adam teşekkürler dedi camı indirdi, ben derin bir oh çekiyordum ki, adam arabadan indi, elinde telefon biriyle konuşuyor, sağa sola bakınarak! Dedim sıçtık, ortağını arıyor, başıboş bir hatun bulduk, hemen alıp kötü yola postalayalım diye haber veriyor. Sonra adam telefonu kapattı, “siz burada otobis mi bekliyorsunuz? diye sordu (yanlış yazmadım, otobis dedi) ben de mal mal “hayır” dedim. Evet hala dünyanın en salak insanı olarak cevap vermeye devam ediyorum. “Hayır otobis bekliyorsanız durak burası değil de” dedi. Tabii ben hemen ‘lan bu adam az önce bana adres soruyordu, şimdi caddedeki durakların yerlerine ilişkin analiz kasıyor, kızım sen öldün, cenaze namazını da bari güneş doğunca öğle namazında kılsınlar’ diye düşünürken servis geldi. Allahım servisi gördüğüme o kadar sevindim ki, dediğim gibi servis beş metre ötede üç takla atsa umrumda olmaz o derece.

Her sabah bu gerginlik ve karanlıkta işe gitmek ve akşamında yine karanlıkta eve girmek, gün ışığını sadece işyerinde camın ardından görebilmek beni inanılmaz depresif yaptı. Bence sadece beni değil, benim gibi sabah erken kalkmak zorunda kalan herkesi kötü etkiledi bu uygulama. Ha mutlu olan tek kesim sabah namazını kalkanlardır sanırım, zira ezan sabah 07:20 gibi okunuyor. Mümin kardeşimiz namazını güzel güzel kılabilir, sonrasında da giyinip işine gidebilir. Güzel hoş! Ama ben neden kendimi sahura kalkmış gibi hissederek yaşamak zorundayım! Cidden bi gün su içip niyet edip geri uyuyacağım diye ciddi endişeliyim.

Gördüğünüz üzere bu uygulama kaldırılacağı zaman kafama taktığım tek endişe olan Muro’yla zaman farkımızın artması bile bu kadar kanıma dokunmuyor şu an. Çünkü onu bir şekilde ayarlıyoruz, eskisi gibi bir saat değil de yarım saat konuşuyoruz, kavuşmamıza az kaldı, dişimizi sıkalım diye sabrediyoruz ama vampir gibi yaşamaktan aşırı rahatsızım.

Her gün ekşisözlük’te bu uygulamaya sövenlerin başlığını okuyup, neyse en azından yalnız değilim, hemen herkes benim gibi hissediyor diye biraz umutlanıyorum. İki üç işgüzar sivrizekanın ortadoğuya yakınsayacağız diye, bir kısım mümin namazını vakitli kılsın diye, Cuma namaz vakti tam öğle arasına denk gelsin diye tüm düzenin içine sıçmasıyla bizim de başımız yandı.

Olayın ne kadar yanlış bir karar olduğunu, Bilal’e anlatır gibi bilimsel olarak anlatan şu yazıyı bi okuyun derim. Gerçi sen ben okusak ne olacak ki? Körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz işte zifiri karanlıkta… 


hâlâ anlamamış olan gerizekalılar olduğu için bilâle anlatır gibi anlatıyoruz : bre cahil bre aptal !
kimse burda saatlerin 1 saat ileri -1 saat geri alınması yani yılda 2 kere ayrı ayrı yaz ve kış saati uygulamasının kaldırılmasını tar-tış-mı-yor ! yaz saati uygulaması dünyanın her yerinde dünyanın her ülkesi için yapay ( bak burayı altı çizilmiş büyük harfli ve kırmızı yazılmış hayal et) bir saattir. her yerin kendi saati yani yerel saati onun senin anlayacağın şekilde yazalım kış saatidir. sadece son asır içinde yazları saatleri bir saat ileri almak konusunda bi fikir çıkmış ki bu apayrı ve uzun bi konu ve konumuz bu değil. bu yaz saati uygulamasının verimli olmadığı yönünde batı da dahil bir çok iddia araştırma çalışma var, zaten bizim tartıştığımız konu o değil. bizim tartıştığımız konu ülkenin saatini (büyük harflerle oku) ait ol-ma-dı-ğı boylama (45 doğu boylamı) göre ayarlanması yani kalıcı yaz saatinde bırakılması ! yaz saati uygulamasından vazgeçilcekse bile bunun saatleri önce bir saat geri alıp ondan sonra başlanması gerekirdi. çünkü şuanki saatlerimizi ayarladığımız boylam türkiye cumhuriyeti topraklarından bile geçmiyor ! bizim olduğumuz boylamda olan kuzeyimizdeki ukrayna ve güneyimizdeki suriye bile bizden bir saat geride kaldılar şuanda. türkiye cumhuriyetinin saati 30 derece doğu boylamına göre yani izmit- kocaeli ilinin saatine göre yapılır.

yani hayatınızda bir kerecik olsun bari yalakalık ve yandaşlık yapmayın da en azından bir kerecik bilimsel bir gerçekliğe göre hareket edin. türkiye nüfusunun benim bildiğim kadarıyla 55 milyon kadarı batıda yaşıyor yani teknik ve bilimsel olarak gmt+2 de. ancak bu herifler zorla bizi ve bu kadar milyon insanı gmt+3 e göre yaşatmaya çalışıyor. açın nolur iki tane belgesel izleyin dünyadaki tüm ama tüm canlılar bitkisinden hayvanına kadar güneşe göre hareket ederler, biyolojik olarak böyle evrilmişlerdir. ve zaten insanın kurduğu sistem onu zorla sabahın köründe kaldırırken hiç olmazsa güneş yavaştan doğar ve aydınlık başlarken kalkıyorduk. şimdi ise resmen gece kalkıyoruz çünkü bi günlük zaman dilimi içindeki her güneşin olmadığı yani doğmadığı karanlık an teknik olarak gecedir. insanlar için gün ışığı akşam 5 den sonra değil asıl metabolizmasını harekete geçirmesi gereken ve biyolojik saatini geceden güne çevirmesi gereken sabah saatleridir. zaten türkiyenin yaşam şartlarında heralde ancak binde bir insan akşamüstü saatlerde sokaklarda laylaylom yapabilmektedir. insanların neredeyse tamamı artık neredeyse gün ışığını hiç görmeden yaşamaya başladılar, sabah karnalık gün içide hep ofiste yapay florasan ışığında çıkışta yine karanlık evde yapay ampul ışığında, bu çok da önemli değil gibi gelebilir zannedilebilir ama açın internetten araştırın bu insan sağlığı için ciddi ölçüde zararlı çünkü biz insanalr da tüm canlılar gibi biyolojik olarka da psikolojik olarka da güneş ışığına ölümcül derecede bağ-lı-yız. yani amma amarttınız yeeeaaa diye ağzını yaya yaya konuşan kişiler bu olayın orta ve uzun vadede ciddi sağlık problemlerine yol açağını anlayamıyorlar, devletler bu konuları tartışır ve karar alırlarken insan sağlığını en öne alıp karar alırlar ideolojilerini ve tutuculuklarını değil. eğer bu durum değişmezse milyonlarca insan emekli olana kadar yılın 6 ayı neredeyse tek bi saat doğru düzgün güneş göremeden yaşayacak. emekli olana kadar yılın her 6ayı hep ama hep karanlığa kalkacaksınız. 


anlamayan hödüklere gelsin : türkiyenin yerel saati gmt( greenwich mean time) + 2 dir. ve buna kış saati denir. yaz saati yapaydır (tüm ülkeler için ve son 70-80 yılda uydurulmuştur). yaz saati uygulaması dan vazgeçen bir ülkenin( ki bu yapılabilir , bunda bi sorun yok işin bu kısmı gerçekten sadece uzmanları ilgilendirir ) önce saatini geri alıp yani kış saatine (kendi ve gerçek saatine) geçip ondan sonra bu uygulamayı sonlandırması gerekir. eğer saatlerini 1 saat geri almadan sonlandırırsa işte o zaman mesele sadece uzmanları değil tüm vatandaşları herkesi ilgilendirir. kundaktaki bebeğe kadar ! çünkü biyolojine aykırı bir şeyi sana dayatmış oluyorlar.

Strazbourg ve Colmar'dan Merry Christmaslar

$
0
0


2016'nın bitimine bugün itibariyle 12 gün kaldı. Ben sanırım bu kadar hızlı geçen bir yıl daha yaşamamıştım (HER YIL İÇİN BUNU SÖYLEDİ 😊). Bu yılın muhasebesini yapacağım bir yazı tabii ki de yazacağım ama bu güzel pazar akşamını geçen hafta bu saatlerde sokaklarında dolaştığım Strazbourg ve Colmar'a ayırmak istedim. Biraz gözümüz gönlümüz açılsın bence pazartesi sendromu öncesi! 

Malumunuz turist olarak Fransa'ya gidilecekse, altın kural şudur ki ilk önce Paris'e gidilmeli, Eiffel Kulesiyle fotoğraflar çekilmeli, Louvre Müzesi gezilmeli falan filan. Ama ben tabii ki normal bir turist olmadığım için Fransa'ya yaptığım ilk seyahate bence Fransa'nın en şirin (ve evet birazcık Almanya kokan) şehir ve köylerinden başladım. Gün gelir Paris'e de giderim belki ama bence en az Paris kadar etkileyici yerler birazdan anlatacaklarım...



Hadi Strazbourg'la başlayayım. Toplamda dört gün süren kış rotamızın ikinci durağı Strazbourg'du (Aslında ben İstanbul'dan Münih'e geçtim, sonra Muro beni aldı, birlikte önce Stuttgart'ı gezdik ama yani Stuttgart'ı da anlatırım bir ara, but first 😅) Bu tatilimizde çizdiğimiz rotayı da ekliyorum, hani belki bizim gibi bir delilik yaparsınız bir fikir oluşturur kafanızda.


Ne diyordum! Strazbourg Fransa'nın en cici evlerine sahiplik eden, birbirinden güzel binlerce fotoğraf çekebileceğiniz aynı zamanda da Avrupa Parlementosu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi bir sürü ciddi ve resmi kurumlarına ev sahipliği yapan bir şehir. Oturup size nüfusunu, yüz ölçümünü falan yazmıyorum, ama tahmin edebiliyorsunuzdur hem resmi olarak önemli hem de turistik olarak cazibe merkezi bir yer olduğunu.

Biliyorsunuz Hristiyan alemi için Hz. İsa'nın Doğumu olması sebebiyle kutlanan ve bizlerin yeşil çam ağaçları, süsler, hindi gibi adetlerini araklayarak kendimize yılbaşı diye yuttuğumuz Noel Bayramları 24-25 Aralıkta. Ve işte Noel İsa'ya inanan herkes, her şehir, her ülke tarafından aynen Strazbourg'da olduğu gibi bir şölen halinde ve günlerce kutlanıyor. Kutlanıyor dediysem öyle bizdeki düğünler, göbek atmacalar, 19 Mayıs gösterileri falan gibi düşünmeyin. Bu insanlar Noel'i şehirlerinin, kasabalarının hatta minnacık bile olsa köylerinin meydanlarına kurdukları Christmasmarktlarda alışveriş yaparak, sıcak şarap içip sohbet ederek, sosyalleşerek, stres atarak kutluyorlar. Google'da biraz araştırma yaparsanız Strazbourg, Colmar ve Münih'te kurulan Noel Pazarlarının Avrupa'nın en güzel ve meşhur pazarları olduğu karşınıza çıkıyor. 


Strazbourg'a bizim gibi Noel döneminde giderseniz Noel Pazarlarını ve şahane ötesi süslenmiş evleri görebilirsiniz. Ama bence Strazbourg'a baharda veya yazın gidip Petit France bölgesini bir de çiçekli güneşli ve renkli görmek de şahane olur. Tamam kışın da güzel ama ne bileyim, böyle yerleri yazın görmek daha bir güzel oluyor bence.


Strazbourg'da dünyanın altıncı en büyük kilisesi Notre Dame Katedrali var ve evet gerçekten inanılmaz büyük. Kadraja sığdıramadım şahsen ben bir türlü, bir de yüzlerce insan sağda solda yürüdüğü için bir süre sonra fotoğraf çekmeye çalışmaktan sıkılıp çıplak gözle o muhteşem yapıyı izledim epeyce (Burayı okuyan Muro, hadi oradan diyecek tahmin edebiliyorum, tamam epeyce olmasa da bi beş dakika izlemişimdir ne var!)




Biz yapmadık ama Botarama denilen 45 dk ve 1 saat 15 dk şeklinde iki seçeneği olan bot turları varmış ve eğer uzun tura binerseniz Petit France'in yanı sıra AİHM ve AP'yi de görme şansı elde ediyormuşsunuz. Bizim zamanımız azdı yapamadık, yani varsa vaktiniz yapın. Ama kışın kapalı botlar oluyormuş, dedim size bence baharda ya da yazın gidin diyeeee 😂









Bir gece Strazbourg'da konakladıktan sonra (ki Noel zamanı Strazbourg'da kalmak için evi arabayı falan satmak gerekiyor, resmen karaborsada oteller) ertesi gün Alsace Şarap Rotası olarak anılan rotanın seçtiğimiz birkaç köyünü ziyaret ederek Colmar'a geçtik. İnsanın arabasının olması (kiralıktı tamam ama) böyle bir seyahatte cidden çok rahat ettiriyor. Zira iki kişi koca jipi dört gün boyunca yemin ediyorum sömürdük. Arka koltuklar, torpidolar, koltuk altları, bagaj falan derken dört gün cidden ev gibi kullandık kendisini. Neyse buradan nereye bağlayacaksın derseniz, Alsace Şarap Yolu aslında bağ bozumunda gezilmesi gereken ve şarap tadımlarından üzüm bağlarından yeşilden başınızı döndürecek kadar güzel bir yol. Ama bizim gibi Noel zamanı giderseniz Noel Pazarlarını, süslenmiş evlerini ve yazın yapılan şarapları satan dükkanlarını gezerek kat ediyorsunuz bu yolu. Biz her köye uğramadık ama bence uğradığımız Obernai ve Riquewihr (Cinque Terre'den sonra) gördüğüm en güzel ve en huzurlu köylerdi. Şimdi aslında bu söylediğim biraz tezat, çünkü aslında ikisi de oldukça kalabalıktı ama insanlar yaşadıkları evlere, köylere o kadar iyi bakmış ki, o kalabalık bile sizi bıktırmıyor emin olabilirsiniz.

Obernai'yi heralde bir on dakikada bitiririz şeklinde gezmeye başladık ve kısa bir süre sonra ne kadar yanıldığımızı anladık. Aval aval ve de hayran hayran hemen her eve bakıp fotoğraf çektiğimiz için planımızda ufacık minnak bir sapma yaratmış olabilir 🙈







Obernai'den sonra 'manzarası valla billa çok güzelmiş' diye Muro'yu zar zor ikna ederek St. Odile Manastırı'na uğrayıverdik. Yani tamam bu uğrama söz konusu manastırın göğün tepesinde olmasından mütevellit virajlı ve de birazcık meşakkatli bir yolculuğa sebep olmuş olabilir ama yani manzarayı gören Muro tabii ki söylenmedi ve ben derin bir oh çektim. Sözün özü, manastırı gezmek konusunda dırdır edebilirsiniz, kesinlikle 'iyi ki gezmişiz burayı da bebeğim ya' tepkisini alacak, üç beş point kazanacaksınız. Kıps 😄




Manastırı geride bırakıp Riquewihr'e geçiyoruz. Kasabanın girişinden itibaren bir trafik, sağda solda park etmiş araçlar(gerçekten yamaçlara, yol kenarına, boş bulunan her yere park etmiş arabalar vardı, omg Avrupa'da neler oluyordu, Walking Dead istilası gibi), delice bir insan kalabalığı bizi karşıladı. Hayır köyün gördüğümüz kısmı da o kadar tırt ki 'lan bu kadar insan burada bizim göremediğimiz neyi görüyor' diye kendimizi sorguluyoruz. Güç bela park yeri bulduk (4€ bayılarak) ve şuursuzca ilerleyen kalabalığa karıştık biz de. Basit görünen bir kemerin altından geçerek kasabanın merkezine vardığımızdaysa gerçekle karşılaştık. Riquewihr cidden şahane bir köydü, evet adım atacak yer yoktu ve hediyelikler delice pahalıydı, evet dünyanın en gerizekalı şarap satıcısına ev sahipliği yapıyordu, evet insanlar yüzünden fotoğraf çekmek imkansızdı ama ama ama burası çoook güzeldi 💕 Hayran hayran gezip biraz fazlaca para harcayıp ve hayatımda yediğim en güzel peynirli ekmeği yiyip mutlu mesut oradan da ayrıldık.








Ve son durak Colmar... Aslında hesaplarımıza göre gün batmadan önce Colmar'a varıp gündüz gözüyle de Petit Venice'i, Noel Pazarını falan görecektik amaaaa işte ah Riquewihr yok mu o Riquewihr... Orada birazcık fazladan harcadığımız vakitte tabii güneş batmıştı ve biz Colmar'ın karanlık haline denk gelebilmiştik. İlk başta biraz surat yaptım itiraf ediyorum (sanki Muronun suçuymuş güneşin batması gibi) ama sonra tribimin anlamsızlığını fark edip olsun gecesi de güzel buranın deyip surat asmayı kestim. Petit Venice'i bulmak biraz uzun sürdü, ben daha büyük bir yer bekliyordum belki de bilmiyorum ama bulana kadar baya kaybolarak gezindik. Bir kere Colmar haritasından ikimiz de hiçbir şey anlamadık, ama her seferinde tesadüfen de olsa gitmek istediğimiz sokağa çıktık. Colmar'ın Petit Venice'inden başka bir de alışveriş caddesi var, Avrupa'da nadir olarak pazar günü açık ve tıklım tıklım insan dolaşan bir cadde. Biz şok! Colmar'a farklı farklı yerlere beş tane Noel Pazarı kurmuşlar, levha falan da koymuşlar da bulabilelim diye, dediğim gibi biz birazcık kaybolduk o yüzden siz gitmeden önce bir güzel okuyun :) Az önce dediğim gibi kaplumbağa misali arabamızı eve dönüştürünce iki gündür genelde marketten aldığımız şeyleri tüketiyorduk. Ama Colmar'da güzel ve romantik bir akşam yemeği yiyelim dedik, Petit Venice'in dibindeki restoranda rezervasyon yaptırdık ve güzeel bir yemek yedik. Restoranda bizimle ilgilenen garsonun da Türk asıllı olması ve komik Türkçesiyle bizimle konuşması da ayrıca bir hoşluk olarak aklımıza kazındı (Ay ne samimiyetsiz bir cümle kurdum 😨)








Colmar'ı da böyle güzel bir geceyle ardımızda bırakıp sonraki rotamız olan Basel'e geçtik. Böylece ömrümdeki ilk Fransa seyahatimi de tamamlamış oldum. Bilmiyorum, gördüğüm yerleri o kadar sevdim ki, Paris'e gitmesem de olur. Bence zamanınız ve birazcık da paranız varsa bağ bozumu zamanı Alsace Şarap Yolunu ya da Noel zamanı Noel Pazarlarını gezip çok güzel bir tatile imza atabilirsiniz.


DİZİ - FİLM - KİTAP ÖNERİSİ İSTEYENLERE DEV HİZMET

$
0
0

Hani böyle eş dost ortamında sürükleyici kitap, üst üste üç beş bölüm izlenecek dizi ya da nefessiz bırakacak film var mı bildiğin diye sorarlarsa çat çat cevap verebilin diye el emeği göz nuru bir yazı hazırladım sizlere. Bilen bilir ben fazlaca kitap okur, deli gibi dizi ve film izlerim (duyan da boş gezenin boş kalfalığında doktora tezimi hazırlıyorum sanır) etrafımdakiler de arada bir tavsiye isterler benden. Kimisine anlatırım, kimisine blogda yazmıştım falan derim ama kah onlar unuturlar kah bloğu açmazlar, ki zaten ben bloğa yazdım dediğimde sanki reklam yapıyormuş gibi hissedip rahatsız da oluyorum. O yüzden buraya bunu yazayım da sonra buradan lazım oldukça kopyalar kopyalar kendi tanıdıklarıma da gönderirim. Nasıl fikir J 

Neyse başlamadan önce belirteyim ki buradaki önceliklendirme ve listeleme tamamen kendi beğenime göre oluşturuldu, öznel yani, hani ‘ay bu diziye/filme/kitaba da nasıl güzel dersiiiin’ demeyin diye söylüyorum. Diziler için daha önce teker teker tanıtım yazısı yazmamdan mütevellit büyük bir özveriyle link köprüsünü de kurdum, sırf aramaya uğraşmayın diye... Ne kadar düşünceli bir insanım tanrım (ÖZVERİLİ YAZAR MODE ON)!! Filmlerin birçoğunun son beş-on yıla ait olduğunu göreceksiniz, bunun ilk sebebi kült filmlerin çoğunu zaten izlemiş olduğunuzu düşünmem, ikinci sebebiyse (itiraf.com) daha eski filmleri bir türlü hatırlayamam. Oturup da I-Me-De-Be'den tek tek bakmaya da üşendim (ÖZVERİLİ YAZAR MODE OFF). Olanla idare edersiniz artık. Zira ben dizi konusunda iddialıyım zaten, yüklenmeyin canım aaa! Kitap listeme gelince şu yaşıma kadar sanırım bine yakın kitap okumuşumdur ama bu Top 10 listem dönüp dönüp tekrar tekrar sıkılmadan okuyacağım, hayatımda önemi büyük kitaplardan oluşuyor. Yoksa ben size bir liste çıkarırdım, ohooo sabaha kadar uzar giderdi.

Hadi o zaman, vatana millete hayırlı olsun! Sağa sola kendi önerinizmiş gibi satabilirsiniz kenksler 😉 Benden sır çıkmaz :)


YABANCI DİZİLER

İzlemeden Ölme!
2 – Dexter
5 – Sherlock

Gerilim, Polisiye, Katilli falan bişeler
1 – The Night Of
4 – The Fall
5 – Luther

Zaman Yolculuklu, Teknolojili, Uzaylı, Değişikli bişeler
3 – Stranger Things
4 – 11.22.63

Arkadaşlık, Dostluk, Sevecenlikli bişeler

Ortaya Karışıklı bişeler
1 – Homeland
2 - Narcos
3 – Arrow
4 – Hannibal
5 – Suits

FİLMLER

İzlemeden Ölme!
1 – Fight Club
2 – Requiem for a Dream
3 – Eternal Sunshine of Spotless Mind
4 – Shawshank Redemption
5 - Lord of the Rings
6 - Matrix
7 - Silence of the Lambs

Beyin Yakanlar
1 – Predestination
2 – Edge of Tomorrow
3 – Source Code
4 – Inception
5 – Machinist
6 - Triangle
7 - Timecrimes
8 - ARQ

Romantik Aşklı
1 - Love, Rosie
2 - Me Before You
3 - What to Expect When You Are Expecting
4 - One Day
5 - Amelie
6 - How To Be Single

Animasyon
1 - Ice Age
2 - Minions
3 - Inside Out
4 - Kung Fu Panda
5 - Up

Süper Kahramanlı
1 - Batman - Dark Knight Rises
2 - Deadpool
3 - X-Men

Gerilim Korkunçlu
1 - Conjuring 1-2
2 - The Ring
3 - Paranormal Activity

Kitap Uyarlaması
1 - Hunger Games
2 - The Girl With Dragon Tattoe
3 - The Girl on the Train
4 - Room
5 - The Great Gatsby

KİTAP

Top 10
1 - Suç ve Ceza/Dostoyevski
2 - Yüreğinin Götürdüğü Yere Git/Susanna Tamaro
3 - Olasılıksız/Adam Fawer
4 - 1Q84/Haruki Murakami
5 - Kızıl Nehirler/Jean Christophe Grange
6 - Cerrah/Tess Gerritsen
7 - Ejderha Dövmeli Kız/Steig Larrson
8 - Açlık Oyunları/Susanna Collins
9 - Taht Oyunları/George R.R. Martin
10 - Gözleri Açık Sevmek/Jorge Bucay&Sylvia Salinas

İsviçre (Diğer bir adıyla ateş pahası ülke)

$
0
0


Daha önce bahsettiğim şu rotanın Fransa ayağını geride bıraktıktan sonra kendimizi lüksün, kendini beğenmişliğin ve pahalılığın kalbi olan İsviçre’de buluyoruz. Aslında İsviçre ikimizin de “ay aman görmeden ölmeyelim” dediği bir ülke değil, ama bahsettim ya madem araba kiralayıp izne çıkıyoruz yolumuzun üzerinde Şirinler Köyü bile olsa uğrayıp Gargamel’in bir çayını içmeliyiz  güdüsüyle İsviçre’den üç şehri seçtik kendimize.




Colmar’da yediğimiz romantik akşam yemeğinin ardından karavan çakması arabamıza binip Basel’e geçtik. Basel Colmar arası arabayla bir saat, o yüzden gerçekten ışık hızıyla ülke değiştirerek booking.com’dan bulduğumuz Hotel Alexander’a attık kendimizi. Şimdi efendim, Avrupa’da otopark bulmadır, park ücretidir falan büyük mesele, ben de otel araştırırken ücretsiz otoparkı olsun diye baya bi cebelleşmiştim ki Basel’deki oteli görece olarak pahalı olsa da seçme sebebim ücretsiz kapalı otopark sağlamasıydı. Otele check in yapınca öğrendik ki meğer sadece booking.com üzerinden yapılan rezervasyonlarda ücretsiz otopark hizmeti varmış, diğer müşterilerden günlük 15 chf park ücreti alınıyormuş. Bu isabetli tercihimle bir Mario altını daha kazandığımı düşünürken o da ne otelin sahibi ve personeli Türk çıkıyor ve bize bedava ulaşım kartından, yemek indirim çekine kadar bir sürü promosyona boğuyorlar. Ayrıca kendi dilinde derdini anlatabilmek de cabası. O sebeple Basel’de hem konumu hem de avantajları nedeniyle Hotel Alexander’ı tercih edin derim.



Otelimizde bir gece konakladıktan sonra sıra Basel’de nereleri gezelim kısmında diye paragrafıma başlamak isterdim ama açıkçası canımslar Basel’de gezilecek güzel hiçbir yer yok. Cidden Yozgat gibi ne bileyim Kayseri gibi sıradan bir şehir. Tamam her Avrupa şehrinde olan bir Rathaus’u, Münster Meydanı ve Münster katedrali, şehri ikiye bölen bir nehri ve Noel zamanı olduğundan Noel Pazarı falan var da, çok açık söyleyeyim cidden iki üç saatten fazla vaktinizi isteseniz de harcayamayacağınız bir yer. Ayrıca bir adet magnet 8 chf!! Ben ki bir magnete 4 euro verince hafif bir taşikardi geçiren insan 8 chf vermek zorunda kalınca yemin ediyorum kalp krizi geçirdim. Ayıp!




Efendim böyle anılarla (daha doğrusu ay burası da ne gereksiz bir şehirmiş diye söylene söylene) İsviçre’deki ikinci durağımız Bern’e vardık. Basel faciasından sonra o kadar umutsuzdum ki İsviçre’den, bu ülke neden var diye sorgulamaya başlamıştım. Ama Bern tam da o anda imdadımıza yetişti. Allahım o nasıl güzel bir şehirdir, ne güzel bir mimaridir, ne güzel bir alışveriş caddesidir. Gezmelere doyamadık, fotoğraf çekmekten manyak olduk. Her köşe, her bina, her sokak ayrı bir tablo. Ayrıca Prag'dakine benzer bir saat kulesi ve Einstein'ın yaşadığı şu an kafeye dönüştürülmüş minnak bir ev var 💖 Eleştirdiğimiz tek noktası alışveriş caddesindeki esnafın pazartesi günleri çalışmıyor olması. Adamlar dedikleri kadar zengin demek ki, Pazar ve pazartesi dükkan açmazlarmış. Keyfe gel! Onlar kaybetti oysa biz 5848754 chflik saatler almak için hazırdık havasıyla gezdikten sonra ana caddede bulunan Spagetti Factory’de güzel bir öğle yemeği yedik. Tavsiye ederim, çok güzel makarnalar tadabilirsiniz.









Bern’den sonra İsviçre’deki son durağımız Zürih’e geçiyoruz, cebimizde kalan üç beş Euro ve şehre dair büyük umutlarla. Bern’den Basel’e 1,5 saatte gitmemize rağmen Zürih girişinden Limmat yakınlarındaki otelimize varmamız (abartmıyorum) tam 45 dk sürüyor. Evet, tek kelimeyle trafuck!! Ve işin daha acı ve komik yanı trafiğin sebebi araçların çokluğu değil, trafik ışıklarının çokluğu ve yayaya 60 sn yanan yeşilin araca 10 sn yanması! Cidden arabada kurdeşen döktük üç adım yere varana dek. Neyseee canımızı sıkmıyoruz, refah zenginlik denince akla gelen ilk yer olan Zürih’teyiz sonuçta, varoş varoş isyan mı edeceğiz J Oteli bulup arabayı yakınlarda bir sokağa park ediyoruz, sonra valizlerimizle otele geçiyoruz. Ama o da ne, otelin girişi yok! Binanın dört bir yanını gezmemize rağmen yok, bir türlü bulamıyoruz girişi. Neyse hemen Türk mantığıyla otelin altındaki markete soruyoruz “where is the hotel’s entrance?”  diye ve aldığımız cevaplarla şoklardayız! Çünkü adam “here” diyor, burası yani. Pardon falan deyip yanlış mı anladık diye bir daha soruyoruz ama valla billa marketin içinden çıkılıyormuş otele, reception desk de marketin ödeme kasası, gerçekten! Şoklar içinde eh iyi peki deyip odamıza çıkacakken adam ödemeyi alabilir miyim diyor, normalde otel ödemeleri çıkışta alınmasına rağmen yine de çok takılmadan 100 € otel ücretini ödüyoruz. Bu arada bu otelin sahibi de (tabii marketin de) Türk çıkıyor, biz de “zaten resepsiyon için ayrılan alanı market yapmak ancak bir Türk’ün aklına gelirdi” diye dalga geçiyoruz.


Bavulları bırakıp başladık Zürih’i gezmeye. Zürih güzellik açısından Basel’den daha iyi ama Bern’den bi tık kötü bence. Bir kere çok kalabalık, trafik var ve hemen her yerde inşaat ya da yol çalışması var. Size de bir yeri hatırlattı değil mi! Neyse Zürih’in en büyük ve en canlı caddesi Bahnhof Strasse, yılbaşı süslemeleriyle gerçekten insanın o çivi gibi soğuğa rağmen ısıtıyor. Lüks ya da pahalı birçok mağaza var ve akşam olup gün batmasına rağmen evet hepsi açıktı. Bahnhof Strasse’yi yürürken solunuzda kalan ve Noel döneminde ‘Şarkı Söyleyen Noel Ağacının’ kurulduğu bir Noel pazarı var. Ağacın şarkı söyleme olayı da şu: Ağaç şeklinde inşa edilmiş bir platform var, kırmızı şapkalarıyla minik çocuklar her akşam belli saatlerde çıkıp koro halinde şarkı söylüyorlar. Çok orijinal ve şirin bir sahne bence. Neyse biz yürüye yürüye cidden çok çok uzun cadde olan alışveriş caddesini gezip Limmat Nehri etrafını da geziyoruz. Sonra geriye yürürsek donacağımızı anlayıp tramvaya binip (üstelik biletsiz) otele geri dönüyoruz. Açıkçası hem soğuk sebebiyle hem de günlerdir katedral görmekten fenalık gelmesinden ötürü ‘görmeden gelmeyin’ denilen iki kiliseyi pas geçiyoruz.



Aslında yazımı burada bitirecektim ama maalesef başımıza yine kamu spotluk bir olay geldiği için ‘biz yandık sizler yanmayın’ diye anlatmak zorunda hissediyorum kendimi. Hani dedim ya sivri zekalı otelimize girişte parayı ödedik diye, sabah çıkış yaparken kahvaltıda aldığımız sandviçi ödemek için uzattığımız karttan sabah vardiyasında çalışan çocuk bi 100 € daha çekiyor (tabi burada Muro’nun dalgınlığı ve 100 €’yu görmesine rağmen itiraz etmeyip şifreyi girmesinin de payı var ama neyse). Otelden üç beş adım uzaklaştıktan sonra (hafif bir tartışmanın ardından) alelacele geri döndük ve bizim Türk olduğumuzu bilmeyen çocuğa İngilizce olarak ödemeyi dün akşam yaptığımızı, bu sabahki ödemeyi kartımıza iade etmesini söyledik. O da önce ofladı pofladı, patronu gelmeden iade edemeyeceğini, öğlen saat bire kadar beklersek (ki o an saat dokuzdu) iadeyi alabileceğimizi söyledi. Ben gitmek zorunda olduğumuzu söyleyince çıkarıp 100 frank uzattı, ben de ödemeyi Euro olarak yaptığımızı geri nakit verecekse 100 euro vermesi gerektiğini söyledim. Bu sefer patronunu aradı ve bizim Türkçe bildiğimizden habersiz Türkçe konuşmaya başladı “Abi günaydın, 206’da kalanlar dün akşam ödemeyi yapmışlar, bugün de kartlarını verdiler, ben de 100 EURO DAHA VURDUM, fark edip geri geldiler, iade et diyorlar, 100 frank verdim kadın Euro diye tutturdu, napıyım abi?” Evet ben duyduklarıma inanamadan konuşmanın bitmesini bekledim, arkadaş telefonu kapattı, sonra da kasada bir süre Euro aradı, bulamayınca da “ya beklersiniz ya 100 frankı alıp gidersiniz ya da siz gidin biz kartınıza iade yaparız patron gelince” dedi. Bana kalsa diretirdim de, Muro frankı alıp gidelim dedi. Ama benim öfkem dinmeyeceği için çocuğa Türkçe olarak “Yaptığınız büyük bir terbiyesizlik” diyerek başladım ve bir ton şey söyledim. Çocuk Türkçe konuştuğumu duyunca önce dumur oldu, sonra da çomar çomar “biz burda yasal iş yapıyoruz, madem ödediniz neden kart veriyonuz bi daha” falan diye zırvaladı. Muro kolumdan çekelemese suratını yolardım da neyse.

İşte böyle. Böyle uzun uzun anlattım ki yolunuz Zürih’e düşerse konumuna ve booking.com’daki puanına bakıp kanmayın bu dolandırıcılara. Otelin adı Gasthaus 210. Booking.com’da zaten her dilde olayı anlatarak çok düşük bir puanlama verdim kendilerine. Ama cidden öfkem hala geçmedi.
Gördüğünüz gibi İsviçre maceramız Bern dışında cidden büyük hayal kırıklığıydı. Ayrıca Zürih’teki magnetler neredeyse 9 franktı!! Zenginliğiniz batsın!!

Orada Bir Ülke Var Uzakta - LIECHTENSTEIN

$
0
0
İsviçre ile Avusturya arasında kalan 160 km2lik yüz ölçümüyle bizim havuzlu lüks sitelerimizin kapladığından bile daha az yer kaplayan Liechtenstein'dayız şimdi de. Münih'e dönüş yolumuz üzerinde olunca rotamıza dahil ettiğimiz bu ülkeye iki saat ayırmıştık ve açıkçası endişeliydik ya yetiştiremezsek diye.

Neyse biz Zürih'ten dolandırılarak ayrıldık ve (ki şurada bahsetmiştim başımıza gelenlerden) 1,5 saatlik yolculuktan sonra Liechtenstein'ın başkenti Vaduz şehrine vardık. Günlerden salıydı, saatler öğle vakitlerini gösteriyordu ancak nedense şehir pek bir boştu. Bir yandan arabayı park edecek yer ararken bir yandan da hazırladığım rehberdeki "Vaduz'da gezilecek yerler" kısmını okuyorduk. Pek de bir şey yoktu ya neyse belki de doğası falan güzeldi canım, hep müze hep kapalı alan hep katedral olacak değil ya her şehirde. 


Nihayet park yeri bulup arabayı park ettik ve şehrin alışveriş caddesi olan caddeye geçtik. Etrafta kimsecikler yoktu, şehir adeta zombi istilasına uğramış gibi terk edilmiş ve sessizdi. Şehrin birazcık yukarısında yer alan ve Liechtenstein prensi ve ailesinin ikamet ettiği Vaduz Kalesi bize uğursuz uğursuz göz kırpıyordu. Önce magnet almak için bir hediyelikçiye girdik ve evet insan vardı, mutluyduk. Sonrasında biraz ötedeki şehir müzesine girdik, orada çalışan iki teyze ile birlikte ülkede en azından beş kişi yaşadığını teyit etmiş olduk. Teyzelere "burada gezilecek yer var mı?" diye sorduğumda çok samimi bir yanıt aldık "Hayır yok" Bi umut kaleyi de mi gezemiyoruz diye sorduk ve Prens II. Hans Adam (ki kendisi dünyanın altıncı zengin kişisiymiş) ile ailesinin orada yaşamasından mütevellit ziyarete açık olamadığı cevabını aldık. 



Müzeden çıkıp alışveriş caddesinin sonuna geldiğimizde takım elbiseli üç adam gördük, belli ki öğle tatiline çıkmış Liechtenstein Merkez Bankasının Şube Müdürü, Şube Yetkilisi ve memurundan oluşan Vaduz Şubesi çalışanlarıydı 😂 Böylece ülkede yaşayan sekiz kişi saymıştık. Bu ülkeyle milli maç yaptığımızda spiker boşa dememiş, milli takımın kalecisi normal hayatında manavlık yapıyor diye. Ülkede insan yok ki, var olanlar da hangi bir işe yetişsinler canım 😂

Arabayı park edişimizden 25 dakika sonra arabaya binip Liechtenstein'a elveda demek zorunda kaldık. Yani ayrılmak istemiyorduk ama kalmamız için de pek bir sebep yoktu doğrusu.



Bu minnak ülkeye sandığımızdan çok çok az vakit ayırınca biz de yol üzerinde birkaç yere daha uğrayalım dedik. Önce Avusturya'nın sakin şehri Feldkirsch'e uğradık. Spontane geliştiği için şehrin Noel Pazarını gezebildik sadece. Eminim çok daha güzel yerleri de vardır.




Feldkirsch'ten ayrılıp Almanya sınırından geçince (home sweet home) yine yolumuzun üzerindeki Bodensee'ye bağlı Lindau Adasını gezelim dedik. Evet bildiğiniz küçük bir ada var Bodensee gölünün üzerinde, oldukça turistik ve beklediğimizden daha canlı.





Aslında Lindau Adasına yaz aylarında gitmek daha güzel olur sanırım, zira göl kenarında göle girebileceğiniz ya da göl kenarında keyif yapabileceğiniz bir sürü testi bulunuyor. Aralıkta gidince haliyle hepsi kapalıydı. Biz de göl kenarındaki rotada yürüyüp eski ve yeni deniz fenerlerinin fotoğrafını çekmekle yetindik. Tabii ki bir Noel Pazarı ve bir belediye binasını gezdik. Kendilerini İspanya'da sanan ve öğleden sonra 13-17 saatleri arasında kapalı olan dükkanların içinden bir tane açık tatlıcı bulup bin kalori olan bir tatlı yedik. Ve işte böylece dört günlük turumuzu tamamlamış olduk.



Münih'e vardığımızda akşam yedi olmuştu, eşyaları bıraktık, karavan olarak kullandığımız arabayı teslim ettik. Normal çiftler böyle bir yolculuk sonrası dinlenirler ama biz Muro'nun işyerinin Noel Partisine gittik. Dört gün sadece birbirimizi gördük, azıcık sosyalleşmek gerek di mi ama :)

Elveda 2016 ve Hoşgeldin 2017

$
0
0


Karmakarışık duygularla veda ediyorum 2016'ya. Size de çok uzun gelmedi mi bu sene ve çok fazla hüzün, çok fazla kayıp yaşatmadı mı her birimize?

Mikro anlamda da makro anlamda da belki de millenium denilen o süslü 2000 senesine girişimizden bu yana en "tanımlanamaz" yıl buydu.

Hem dünyada hem ülkemizde ve ben eminim her birimizin hayatında bir sürü kayıp yaşattı bu sene. Bombalar patladı, kasırgalar oldu, savaşlar çıktı, gemiler battı, uçaklar düştü, askerlerimiz yakıldı, polislerimiz şehit edildi, yani sözün özü aklımıza gelip gelebilecek tüm kötü senaryolar birbir gerçekleşti, Azrail'in en çok mesai yaptığı sene bu sene oldu.

O yüzden genel olarak uğursuz olarak anımsayacağımız bu senenin bitimine iki gün kala bile insanlar her gün "bugün ne oldu, kimin başına ne geldi" kaygısıyla uyanıyor.

Aslında ne kadar safız. Sanki 31 Aralık gecesi saatler 23:59'dan 00:00'a döndüğünde sanki bir sihirli bir değnek değecek dünya denen bu gezegene ve tüm kötülükler birden yok olacak! Keşke olsa... Ama olmayacak, o bir dakikada koca bir yılı geride bırakacağız ama tüm yüklerimizi, dertlerimizi, sorunlarımızı, sıkıntılarımızı sırtımızda taşımaya devam edeceğiz. Maalesef... Ama insanız ya umut etmekten, güzel şeyler dilemekten, o bir dakikanın hayatımızda yepyeni bir sayfa açacağına inanmaktan da vazgeçmeyeceğiz.

2016 benim için de çok değişik bir sene oldu. En zorlusu, en sıkıntılısı diyeceğim ama ne bileyim geri dönüp bakınca aslında hemen her yıl beni yoracak, üzecek şeyler olmuştur, o yüzden artık hiçbir senemi ya da yaşımı "en ..." diye tanımlamıyorum ben. 2016 zordu evet, yordu evet, çok ağladım evet, isyan ettim, küfrettim, yeter dedim, kimi zaman pes bile ettim evet; ama bir yanda da çok mutlu oldum, başarılı oldum, çok gezdim, bir sürü anı biriktirdim, sevdim sevildim. 

Sevdiğim adam başka bir ülkede yaşamaya başladı, hayatımız düzenimiz planlarımız bambaşka bir şekle büründü bu yıl. Uzak ilişki yürütebilmeyi öğrenmekle geçti ilk aylarım. Kavuşacağımız zamanları planlayarak, özleyerek, bir araya geldiğimiz kısacık anların değerini bilerek, skypela facetimela yatıp kalkarak sınav verdik ikimiz de. İnsan gerçekten her şeye alışıyor. Bir kez daha teyit ettim sanırım bunu.

Yeni bir dil öğrendim, Almanca denen illete bulaştım mecburen. Bu sayede bir sürü güzel insanla tanıştım, kendime birazcık daha değer kattım. Bir sürü ülke bir sürü şehir gördüm. Arkadaşlarımla çok güzel günler yaşadım. Ailemle eskisine göre daha sık ve çok zaman geçirdim. Blogumla daha çok ilgilendim, daha çok okudum, daha çok yazdım, daha çok öğrendim.

Bir zamanlar hayalini bile kuramayacağım bir yerde, şahane bir evlenme teklifi aldım. Bambaşka bir ülkede yepyeni bir hayat kurmak üzerine temel inşa ettim yavaş yavaş. Hayal kırıklığına uğradığım da oldu evet ama kah kendim silkindim, kah etrafımdakiler ellerini uzattı, bir şekilde hep toparlandım, hep yoluma devam ettim.

2016'ya girerken yazdığım yeni yıl yazısında "2016'yı şu an bulunduğum koşullarda bitirmek istemiyorum" demiştim, ya yaşadığım şehri ya oturduğum evi ya da yaptığım işi değiştirmek istiyorum diye hedef koymuştum kendime. İki ay önce sorsanız birini bile gerçekleştireceğime dair umut taşımıyorken o bahsettiğim sihirli değnek benim hayatıma değdi sanırım. 2017'de üçü de gerçekleşecek. Tam anlamıyla yepyeni bir yıl olacak yani benim için.

İnsan yaş aldıkça hayattan daha az ama daha öz şeyler istemeyi öğreniyor sanırım. Ben de büyüdükçe o kadar az şey diler oldum ki hayattan. Yeni yıl bana ve kalbi iyi olan herkese önce sağlık, sonra mutluluk ve başarı getirsin

ve

Kendimize daha özsaygılı olduğumuz, kalbimizin sesini daha çok dinlediğimiz, rutini kırabildiğimiz, daha cesur olabildiğimiz, hayal kurmaktan çekinmediğimiz, para kazanmak için yaşamak yerine hayallerimizi yaşamak için para kazandığımız, daha çok sevdiğimiz, sevildiğimize şükrettiğimiz, yarının belki hiç olmayabileceğinin ayırdında olarak anı yaşayabildiğimiz, hayatımızda fazla ne varsa kurtulduğumuz, gerek eşya gerekse insan bize yük olan ne varsa taşımayı bıraktığımız bir yıl olsun.

Elveda 2016 ve Hoşgeldin 2017


2017 Seyahat Rotalarım (Yani inşallah:))

$
0
0

2016 seyahat açısından benim için oldukça bereketli geçti. Muro'nun Münih'te yaşamaya başlaması, yakın arkadaşlarımın evlenmeleri vesilesiyle bekarlığa veda organizasyonları, kafa esince kız kıza gezmeler derken Avrupa'nın birçok noktasını görme fırsatı buldum. Tabii maddi olarak yeni yıla böbreğimi satacak kadar parasız girmiş olmamın da nedeni bu yaldır yaldır gezme sevdam. Çünkü bileti ucuza alsan bile ya otel pahalı oluyor ya da magnete hediyeliğe dünyanın parasını döküyorsun. Sen aklınca "gidiş dönüş bileti 250 liraya aldım kanka" diye gerinirken o tatil sana (Euronun alıp başını gitmesinin de etkisiyle) 1000 liraya mal oluyor. 


Ay adeta muhasebeci gibi para pul meselelerine daldım, yine ana fikirden uzaklaştım. Evet 2016 yılında iyi gezdim hem de yaşadığım o kadar fazla sıkıntılı sürece rağmen. Şimdi düşündüm de sorunlarımdan kaçmayı mı tercih ettim acaba, kendimi yollara vurup görmezden mi geldim bazı şeyleri. Şu an yaptığım psikolojik çözümlemeden hiç hoşlanmadım, bu konuya daha sonra gelicem.

2017 yılı için öncelikle sağ kalmayı, bir saldırının bir bombanın hedefi olmadan hayatımı sürdürebilmeyi diledikten sonra birinci dileğimin gerçekleşmesi halinde de yeni şehirler yeni ülkeler göreyim istiyorum. Bunların başında Viyana, Venedik ve Paris geliyor. Bu üç "yurtdışında gitmezsen ayıp" kategorisindeki şehri 30'umdan önce görmeliyim bence. Ha evet biraz da "herkes gidiyor, ben de gideyim bakalım anlattıkları kadar var mıymış" merakı yüzünden listemdeler ama yine de umarım bu üçünü görecek hem zaman hem de para bulabilirim yeni yılda.

Hiç okyanus ötesi seyahat yapmadım bugüne dek, o yüzden fırsat bulursam uzun uçuş yapıp farklı bir coğrafyayı görmek istiyorum. Neresi olduğu hiç fark etmez, çünkü her anlamda yepyeni bir deneyim yaşatacak bana, biliyorum. 

Daha fazlasını da yazmasını yazarım buraya da hayaller de bir noktada gerçeklik payı taşımalı bence. 2017'de zaten uğraşacak, alışacak çok şeyim olacak, şu saydıklarımı gerçekleştirsem bile kendimi tatmin olmuş hissederim. 

Bakalım 2017'de dünyanın hangi ülkesinde hangi şehirde uyanacağım? Kimlerle nerelerde güzel anılara imza atacağım? Ve asıl önemli nokta,bu geziler sonucu yine çulsuz kalıp ikinci böbreğimi de satılığa çıkarmak zorunda kalacak mıyım 😂

2016'da gittiğim ülke ve şehirler
Amsterdam - Hollanda
Münih - Almanya
Salzburg - Avusturya
Pisa - İtalya
La Spezia - İtalya
Cinque Terre - İtalya
Porto Venere - İtalya
Portofino - İtalya
Cenova - İtalya
Milano - İtalya
Belgrad - Sırbistan
Prag - Çek Cumh.
Hallstatt - Avusturya
Stuttgart - Almanya
Strazburg - Fransa
Colmar - Fransa
Basel - İsviçre
Bern - İsviçre
Zürih - İsviçre
Vaduz - Liechtenstein
Feldkirsch - Avusturya

Benim Şehrim Eskişehir

$
0
0

Son zamanlarda arabayla içinden geçtiğim köyün bile gezi yazısını yazan ben altı yıllık blog hayatımda memleketim Eskişehir'i anlatmadığımı, tanıtmadığımı acı içerisinde fark ettim. Üstelik doğma ve yirmi bir yaşına kadar büyüme bir Eskişehirli olarak son yedi yıldır işyerimdeki, çevremdeki, takipçilerim arasındaki Eskişehir'e gidecek insanlara üşenmeden her mecradan gezilecek görülecek yerleri anlatıyorken bunu neden güzel blogumdan ve güzel okuyucularımdan esirgemişim akıl alır gibi değil. Hayır, yazsam işime de gelirdi. Her sorana aynı şeyler tekrar tekrar yazmak yerine, linki gönderirdim olur biterdi. Bazen çalışmıyor benim kafa da işte.

Porsuk Çayı (Fotoğraf bana aittir)

Fotoğraf alıntıdır
Fotoğraf alıntıdır
Evet canımslar, hala bilmeyen gidip görmeyenler için Eskişehir tanıtım yazıma başlıyorum. Eskişehir, İç Anadolu'da Ankara'nın yamacında bulunan, iki üniversitesi, modern halkı, güzel parkları ve kışları poponuzu donduracak ayazıyla meşhur bir şehir. Hazır burada lafı açılmışken Kütahya'nın Ege Bölgesine, Bilecik'in Marmara Bölgesine dahil olduğu şu bölgelendirme yapımızda neden Eskişehir gibi modern bir şehir hala İç Anadolu şehri olarak kalıyor anlamıyorum. Bence Kütahya ya da Bilecik bizden daha layıkıyla yerine getirirler İç Anadolu ili olmayı. Biz ise bence Ege hadi bilemediniz Marmara Bölgesine dahil olmalıyız. Bu önerim ciddi ciddi düşünülmeli bence.

Eskişehir'le ilgili hemen herkesin bir fikri vardır diye düşünüyorum, son yirmi yılda ne kadar değiştiğini, Avrupa şehirleri kadar güzel bir hale geldiğini bilmeyen yoktur. Biz buna Büyükerşen Effect diyor ve Eskişehir'in çehresini ve tarihsel gelişimini BÖ-BS (Büyükerşenden Önce - Büyükerşenden Sonra) olarak ikiye ayırıyoruz.

Fotoğraf alıntıdır
Fotoğraf alıntıdır
Sizler yani son on yılda Eskişehir'i ziyaret edenler, fotoğraflarını görenler şehrimizin BS çehresini görüyor ve haklı olarak hayran kalıyorsunuz. Zira sevgili büyükşehir belediye başkanımız Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen göreve seçildiği ilk günden şu ana kadar şehri gidip gördüğü o Avrupa şehirleri kadar güzel ve yaşanabilir hale getirmek için canla başla çalışıyor. Tramvay sistemi, yayalaştırılan caddeleri, ıslah edilen Porsuk Çayı ve çevresi, iki büyük şehir parkı, Barlar Sokağı, restore edilen Odunpazarı Evleri, sahnelenen tiyatro oyunlarıyla kültür, turizm ve sosyalliğin Anadolu'daki başkenti bence.




Eskişehir'i bir haftasonunda iki günde rahatlıkla gezebilirsiniz, ben de anlatımımı iki güne göre yapıp sizlere bir rota vereceğim. Özellikle Ankara ve İstanbul'dan gidecekseniz hızlı treni kullanarak çok kısa bir zamanda kendinizi Eskişehir Garı'nda bulabilirsiniz. İstanbul'dan Eskişehir'e hızlı tren biletleri gidiş dönüş 70 TL, eğer otobüsle gitmeyi düşünüyorsanız Kamil Koç'la gidiş dönüş 60 TL'ye mal olur size. Tabi kendi aracınızla da gidebilirsiniz ama benim kişisel tavsiyem şehir merkezinde her yer yürüme mesafesinde ve araç girişine kapalı yollar olduğu için arabanızla gitmenize pek de gerek yok.

Şimdi sırasıyla Eskişehir'e gidip de görmeden dönmemeniz gereken yerleri anlatayım sizlere:

BİRİNCİ GÜN

Doktorlar Caddesi & İki Eylül Caddesi & Kızılcıklı Caddesi

Bu iki cadde biz Eskişehirlilerin 'çarşı' diye adlandırdığımız noktaları olan ve tramvaydan sonra sadece yayaların kullandığı, Avrupa'da her şehirde bulunan "Marktplatz, Bilmemne Strasse, Via del Corso" gibi gibi isimler alan alışveriş caddesinin yerel versiyonu. Günün hemen her saati canlı olan, sağlı sollu ağaçları, müzik yapan sokak şarkıcıları, sakin sakin geçen tramvayı ile şehrin en güzel üç caddesi. İki Eylül Caddesiüzerinde tüm tramvayların durduğu Çarşı Durağı ve dünyanın bize sorarsanız en eski ve ilk AVM'si Esnaf Sarayı bulunur :) Esnaf Sarayı'ndan bayramlık, gelinlik, damatlık almamış bir Eskişehirli yoktur, rastlayamazsınız.
İki Eylül Caddesi (Fotoğraf alıntıdır)
Bu üç cadde birbiriyle U harfi gibi bağlantılıdır, U'nun soldaki sapı İki Eylül Caddesi dersek U'nun tabanı Doktorlar Caddesi ve sağ sapı Kızılcıklı Caddesişeklindedir diyebiliriz, Doktorlar Caddesi ile Kızılcıklı Caddesinin kesişiminde de minnak alışveriş merkezimiz Kanatlı AVM bulunur.

Doktorlar Caddesi (Fotoğraf bana aittir)

Adalar (Porsuk çevresi)

U harfinin iç kısmı Adalar (Porsuk kenarı, su boyu) diye geçer ve şu hepinizin gördüğü gondollu köprülü fotoğraflar ya da Porsuk'un kenarında içkisini içip gitarını çalan genç grubu buraya aittir. Adalar'da bir sürü kafe restoran vardır, özellikle yaz aylarında çok hareketli olur ve insanlar kafelerden dışarılara taşar, kaldırımlarda oturur, dolaşır, fotoğraf çeker. Ayrıca Eskişehirli olup da Adalar Migros'un önünde bir arkadaşıyla buluşmayan bizden değildir :)

Adalar (Fotoğraf bana aittir)

U harfini kapsayan alanı iki üç saatte rahat rahat gezersiniz bana güvenin. Hatta bu arada bir kafede oturup bir şeyler içebilir, Adalar'daki İnsancıl Kitabevinde kitap karıştırabilir ya da Porsuk'ta bot/gondol turu yapabilirsiniz.


Hamamyolu Caddesi & Odunpazarı

U harfiyle işinizi bitirmişseniz karnınız acıkmıştır, Papağan Çibörek'te çibörek yiyip bin kaloriyi gömebilirsiniz. Papağan Çibörek Eskişehir'deki en meşhur çibörekçidir ve önünde her daim sıra olur. Aslında çibörek yenecek daha sakin çok nokta biliyorum da kırkta yılda bir geliyorsunuz bari yerinde yiyin di mi :) Çarşı Durağından yukarıya doğru çıkan sokakta sağ tarafınızda Papağan'da yemek yiyip, sonra ileriden sağa dönüp Tarihi Karakedi Bozacısında boza içebilirsiniz. Ben Karakedi Bozası aşığı biri olarak ve İstanbul'a gelip Vefa Bozası da içmiş biri olarak söyleyebilirim ki 'Karakedi is the best boza ever' Vefa çok cıvık ve ekşi geliyor bana ama Karakedi öyle mi <3

Hamamyolu Caddesi

Neyse midemiz bayram ettikten sonra Sıcaksular ya da Hamamyolu olarak adlandırdığımız ve Eskişehir'in termal suyunun kalbi olan Hamamyolu Caddesini yürüyerek kat edebilirsiniz. Kahvecilerden gelen kahve kokusu, hamamlardan çıkan buhar ve yemyeşil renkleriyle yine bir solukta gezebileceğiniz bir cadde burası. Geniş ve yayalaştırılmış caddenin ortası yol boyunca geniş bir parktır ve içinde her daim insan ve güvercin bulunur :)

Odunpazarı (Fotoğraf alıntıdır)
Hamamyolu Caddesini bitirdiğinizde kendinizi Odunpazarı'nda bulursunuz. Odunpazarı Eskişehir'in en eski mahallesi. Eskiden köhne ve yıkılmak üzere olan evler Büyükerşenden Sonra restore edilmiş ve birçoğu müze ve atölyeye çevrilmiştir. Balmumu Müzesi, Cam Sanatları Müzesi, El Sanatları Müzesi falan bu evlerin bulunduğu yerdedir. Rengarenk evler Strazbourg'u Colmar'ı aratmaz. Odunpazarı yokuşunu tırmanırsanız eskiden benim okuluma (Bademlik Kampüsü) ev sahipliği yapan şimdiyse zincir otellerden biri tarafından kullanılan Bademliğe varırsınız ama bence çıkmayın. Yokuştan nefesiniz kesilir. Biz okurken kışları dolmuş çıkmazdı da yürüyerek tırmanırdık o yokuşu. Heeey gidi günler...

Odunpazarı Evleri (Fotoğraf alıntıdır)

Kentpark

Denizimiz olmasa da yapay plajımızın olduğu ve yazlarımızın sıcak ve kurak geçmesine son vermiş Kentpark'a gitmelisiniz tabii mutlaka. Gitmek için Odunpazarı'ndasınız hazır, Otogar yönüne giden tramvaya binin ve son durakta (yani otogarda) inin. Orada kime sorsanız Kentpark'ı gösterir. Tamam bi Vondelpark bi Englischergarten değil ama plaj var diyorum ya ve öyle kıyrıtık değil yaz aylarında baya baya dolup taşan güneşlenebileceğiniz, (yapay) denize girebileceğiniz bir plaj. Tabii parkın geri kalanında dolaşıp, söğüt ağaçlarının gölgesinde soluklanabilirsiniz.

Kentpark (Fotoğraf bana aittir)



Kentpark
Barlar Sokağı

Bence bugün yeterince gezdiniz şimdi tramvaya binip İsmet İnönü Caddesi durağında inin ve Barlar Sokağı'ndaki mekanlardan birinde (kişisel tavsiyem Varuna Gezgin Los Amigos, Hangover ya da Olympos Kafe) oturup yemeğinizi yiyip biranızı içebilirsiniz. Akşam kaldığınız yere dönerken de yine U harfini turlayıp gece güzelliğine de şahit olabilirsiniz şehrimin.

Gece hayatını sever misiniz bilmiyorum ama Eskişehir gece kulüpleriyle de oldukça ünlüdür. 222 Park, Hayal Kahvesi, Mood, Sess gibi mekanlarda modunuza ve zevkinize uygun bir gece yaşayabilirsiniz. Espark'ın hemen önündeki İsmet İnönü Caddesi boyunca sağlı sollu sıralanan bu mekanlarda kaliteli bi eğlence vaadediyorum size :)

Kentpark

İKİNCİ GÜN

Bugünü Sazova Bilim Kültür Parkına ayıralım diyorum, zira onun içinde vaktinizi geçirebileceğiniz, fotoğraf çekmekten kendinizi kaybedebileceğiniz birçok nokta var. Sazova Bilim Kültür Parkına gitmek için en iyi seçenek belediye otobüsü. Hani dün sizi Odunpazarına götürmüştüm ya bugün de oraya yürüyüp oradan Sazova Bilim Kültür Parkına giden otobüslerden herhangi birine binebilirsiniz. 20-30 dklık bir otobüs yolculuğundan sonra Sazova Parkında inip parkın içindeki Colomb'un gemisinin replikası olan korsan gemisini gezmekle başlayabilirsiniz turunuza. Bu gemi park yapıldığından beri Eskişehir il sınırı içinde evlenen her çiftin evlilik albümünde en az bir fotoğrafta yer alır :) Umarım popülerliğini anlatabilmişimdir.

Sazova Parkı (Fotoğraf alıntıdır)

Gemiden sonra Masal Şatosunu gezebilir, çocuğunuz varsa şato içindeki masal turuna katılabilirsiniz. Biz annem ve kardeşimle bile eğer saati uygun olsaydı katılmayı düşünmüştük kazık kadar insanlar olarak :)

Sazova Parkı (Fotoğraf bana aittir)

Sazova Parkının içinde Eti Sualtı Canlıları Müzesi var, İstanbul'daki Akvaryum'un minyatürü diyebiliriz. Girişler ben gezdiğimde 5 TL idi, yaklaşık bir saat sürüyor dolaşmanız ve çok güzel balıklara ve deniz canlılarına rastlıyorsunuz gezerken. Hazır gitmişken bence burayı da gezin derim. Ama tabi İstanbul'da ya da Avrupa'da benzerini gördüyseniz çok da elzem değil.

Sazova Parkı (Fotoğraf alıntıdır)

Sazova Parkında biraz da avare avare dolaştıktan sonra 'çarşıya' geri dönebilirsiniz. Büyükşehirlerde yaşayanlar olarak AVM'ye doyduğunuzu biliyorum ama Eskişehir'de AVM'ler biraz farklı. Yukarıda bahsettim, Kanatlı AVM mesela, minik ve yorulmadan gezebileceğini bir AVM. Kanatlı'nın biraz ilerisindeki Espark ise eskiden kiremit fabrikasının olduğu ve hala bacalarının AVM bahçesinde ayakta durduğu çevresinin de havadar ve güzel olduğu bir AVM'dir. Tabii şimdi içinizden 'ulan gelmiş bize marifetmiş gibi AVM anlatıyor' diyor olabilirsiniz, haklısınız ama yazmasaydım bu sefer de 'aaa ama Espark'ı anlatmamışsın' diyen çıkabilirdi.

Eskişehir'den bu kadar bahsetmişken Eskişehirspor'umuzu anmazsak ayıp etmiş oluruz. O meşhuuur 'es es es ki ki ki es ki es ki es' tezahüratı ve bando eses ile futbolseverlerin -bence- büyük sempati beslediği en güzel anadolu takımlarından biridir Eskişehirspor. Bu seneye kadar şehir merkezindeki Eskişehir Atatürk Stadyumunda oynadığımız maçları, bu sezon itibariyle Sazova'ya yapılan yeni Eskişehir Atatürk Stadyumunda oynamaya başladık. Geçen sezon facia bir sezon geçirdiğimiz için maalesef birinci lige düşen Eskişehirspor umuyorum bu sezon yeniden ait olduğu yer olan süper lige çıkacaktır. Zira Eskişehirliler kadar şehir takımına bu kadar fazla sahip çıkan şehir bulmanız çok zordur. 2008'de süper lige çıktığımız zaman günlerce genç yaşlı futbolla ilgisi olsun olmasın herkes bu olayı kutlamış, herkes evine Eskişehirspor bayrağı asmış, esnaf dükkanında günlerce Eskişehirspor marşlarını çalmıştı. Yine olsun lütfen <3

Eskişehir Atatürk Stadyumu (Fotoğraf alıntıdır)
Trenle geldiğinizi varsayarsak artık Espark'a üç dakika mesafede olan gara gidip treninize binip kalbinizin bir kısmını Eskişehir'de bırakarak yaşadığınız yere dönebilirsiniz. Eskişehir'e kısa süreliğine gelen de, öğrenci olarak gelen de, tayinle gelen de, yerlisi olup doğduğu günden beri orada yaşayan da çok sever, ayrılık her zaman zor gelir. Çünkü her gidişte 'bir daha göremezsem' gibi saçma ve korkutucu bir düşünce kaplar insanın içini. Öğrenciler yaz tatili bitsin de memleketlerinden ayrılıp Eskişehir'e dönsünler ister, benim gibi Eskişehir dışında çalışıp yaşamak zorunda olanlar da bayram, seyran, tatil kovalar bir kez daha şehrine kavuşabilmek için.

Doktorlar Caddesi (Fotoğraf bana aittir)

Vesselam çok güzel şehirdir Eskişehir. Adı eski'dir ama kendisi yepyeni, capcanlı ve hayran bırakan bir yerdir. Kabul ediyorum kışları biraz fazla soğuktur ama ne derler: "O kadar kusur kadı kızında da olur" :)

İyi gezmeler...
Viewing all 111 articles
Browse latest View live